SEÇKİNLİĞİN O REZİL KADERİ

Birincil sekmeler

Arthur Schopenhauer, cins bir kafa olduğunu herhalde kendisine kafa tutan başka bir cins kafaya, Friedrich Nietzsche, sebep olması ile ispat etmiştir. Kötümserlik ile Metafiziği birleştirince, ortaya Humanizma bozgunundan geriye bırakılanla hesaplaşmak kalmıştı. Schopenhauer için Aşk, türün devamı için oynanan pis bir oyundur örneğin.. Say Yayınları'ndan çıkan kitaptan, tadımlık..

KIYMETİNİN TAKDİRİNİN VASATLARIN İNSAFINA KALMIŞ OLMASI: SEÇKİNLİĞİN KADERİ Arthur Schopenhauer, Çev. Ahmet Aydoğan (Güzelin Metafiziği, Say Yayınları, 2010)

İyi olanın ellerinden sadece berbat şeyler gelenlerce tanınıp takdir edilinceye kadar beklemek zorunda kalması, zihnî faikıyet/düşünsel üstünlük için bir talihsizliktir. Haddizatında onun tacını insanlığın yargı gücünün elinden alması gerekir; ve bu maalesef öyle bir niteliktir ki iğdiş edilmiş bir erkek üreme gücüne ne kadar sahipse çoğunluk da buna ancak o kadar sahiptir. Gerçek bir şeyin ancak zayıf ve kısır bir benzeri olan bir şeyden söz ediyorum, dolayısıyla gerçek niteliğin kendisi doğanın nadir armağanlarından biri olarak kabul edilmelidir. Bu sebepten ötürüdür ki La Bruyère’in söylediği ne yazık ki zarif olduğu kadar doğrudur da: Après l’esprit de discernement, ce qu’ily a au monde de plus rare, ce sont les diamans et les perles. Yargı gücünden sonra dünyadaki en nadir şey elmaslar ve incilerdir. Ayırt etme yeteneği, esprit de discernement, ve dolayısıyla yargı gücü; eksik olan bunlardır. Onlar hakiki olanı sahtesinden, sapı samandan, altını bakırdan ayırt etmeyi bilmezler. Sıradan ile nadir rastlanır kafa arasındaki geniş uçurumu görmezler. Hiç kimse ne ise o olarak kabul edilmez, başkaları onu ne yaptıysa o öyle bilinir, öyle kabul edilir. Bu öyle bir tezgâhtır ki bu sayede kalburüstü kafalar zapturapt altında tutulup sindirilir; seçkin kafaların mümkün olduğu kadar uzunca bir zaman hak ettikleri yükseklere erişmelerine mani olmak için bunu vasatlar kullanır. Bunun sonucu eski usul yazılmış bir beyitte dile getirilmiş olan sakıncadır:

“Es ist nun das Geschick der Grossen hier auf Erden, Erst wann sie nicht mehr sind, von uns erkannt zu werden.” Burada yeryüzünde kaderidir büyüklerin, Göçüp gittikten sonra kıymetlerinin bilinmesi.

Özgün ve kusursuz bir eser ortaya çıktığında yolu üzerinde bulduğu en temel güçlük sahayı çoktan ele geçirmiş ve sanki iyiymiş gibi kabul görmüş olan kötü eserlerdir. Uzun ve çetin bir mücadeleden sonra rüştünü ispat edip kendisine bir yer açmada ve revaç bulmada başarılı olur. Ama çok geçmeden yeni bir güçlükle karşılaşır: insanlar gayet serinkanlı ve sakin bir şekilde altarın üzerine dehanın yanına yerleştirmek için yapmacık, özentili, kalın kafalı, sakar plump: beceriksiz, hantal, hoyrat, hamhalat, kaba saba, görgüsüz. Ne dersek diyelim Türkçe’deki bir sözcük gelip yerini bulmadıkça oradaki boşluk dolmayacak, o ismin sıfat talebi karşılanmış olmayacaktır: hödük. Kim bilir belki de günün birinde dillerin birbirlerine göre üstünlükleri, eskiden olduğu gibi yüksek, soyut kavramlarla değil, yaşanılan acı tecrübeler nedeniyle kıymeti her geçen gün biraz daha anlaşılan ve burada olduğu gibi insana “olmasaydı ne yapardık, kanın beyne sıçramasıyla zihne üşüşeni neyle teskin, neyle tatmin ederdik?” dedirten sözcükler sayesinde belirlenecektir. bir taklitçiyi bulup çıkarırlar. Çünkü onlar arada fark görmezler, gayet ciddi bir şekilde taklitçilerinin de onun gibi büyük bir adam olduğunu düşünürler. Bu sebepten ötürü Yriarte Tomas de Yriarte (1750-91), İspanyol şair. La Musica başlıklı didaktik şiiri ve edebiyat dünyasının kendine özgü asılsız meziyetlerini hicveden Masallarıyla tanınır. yirmi sekizinci fablının ilk dizelerine aşağıdaki şekilde başlar:

Siempre acostumbra hacer elvulgo necio De lo bueno y lo malo igual aprecio. (An Gutem und Schlechtem gleichviel Geschmack Fand zu allen Zeiten das dumme Bact.) Her zaman bayağı ayaktakımı Aynı lezzetle yer iyi ile kötüyü

Ölümünün hemen ardından Shakespeare’in oyunları yerini Ben Jonson, Massinger, Beaumont ve Fletcher’ın oyunlarına terk etmek ve yüzlerce yıl bunların üstünlüğüne boyun eğmek zorunda kaldı. Benzer şekilde Fichte’nin martavalları, Schelling’in eklektisizmi, Jacobi’nin sofuluk taslayan iğrenç hezeyanları Kant’ın ciddi felsefesinin yerini aldı ve sonunda Hegel gibi sefil bir şarlatan çıktı ve onunla aynı kefeye konuldu, hatta kendisine çok daha yüksek bir değer biçildi. Hatta herkesin kolayca anlayıp değerlendirebileceği bir alanda Sir Walter Scott gibi emsalsiz bir ismin çok geçmeden değersiz taklitçileri tarafından bir kenara itilip umumun nazarı dikkatinden uzaklaştırıldığını görüyoruz. Çünkü avam nerede olursa olsun mükemmel ve kusursuz olana dair bir anlayışa sahip değildir ve dolayısıyla şiirde, sanatta veya felsefede gerçekten bir şey ortaya koymaya muktedir olanların ne kadar az bulunur oldukları konusunda bir fikri yoktur. Bu sebepten ötürü Horatius’un dizesi

mediocribus esse poetis Non homines, non Dî, non concessere columnae Ne tanrılar, ne insanlar, ne tanıtıcı sütunlar İzin verir bir vasat olmasına şairin.

şiirin ve benzer şekilde daha yüksek diğer bütün bilgi dallarının sakarlarına her gün korkmadan çekinmeden hatırlatılmalıdırDiderot Jacques le Fataliste’te bütün sanatlarla acemilerin meşgul olduğunu söyler ki aslında çok doğru bir ifadedir.. Aslında bunlar buğdayın boy atmasına izin vermeyen dolayısıyla her şeyin üzerine yayılan yabani otlardır. Demek oluyor ki çok erken bir yaşta bu dünyayı terk etmiş olan Feuchtersleben tarafından güzel ve özgün bir şekilde tasvir edilmiş olan şey vuku bulur:

“Ist doch,”—rufen sie vermesen— “Nichts im Werke, nichts gethan!” Und das Grosse, reift indessen Still heran.

Es ersheint nun: niemand sieht es, Niemand hort es im Geschrei Mit besclieid’ner Trauer zieht es Still vorbei. Küstahça bağırıp çağırırlar “Hiçbir şey yapılmadı!” Ama olgunlaşır Büyük eser yine de. Ortaya çıkar görünmeden Ve boğulur çığlıklarıyla, Sessizce geçip gider Kimsenin sezmediği bir kederle.

Yargı gücünden bu hazin yoksulluk bilimlerde, yanlış ve çürütülmüş teorilerin direngen yaşamında da aynı ölçüde görülür. Eğer bir kez kabul edilecek olurlarsa, tıpkı bir taş iskelenin denizin dalgalarına karşı koyduğu gibi, elli hatta yüz yıl ve belki de daha fazla hakikate ayak diremeyi ve meydan okumayı sürdürebilirler. Yüz yıl geçtikten sonra bile Copernicus Ptolemious’un yerini alamadı. Bacon, Descartes ve Locke fevkalade yavaştılar ve başarılı olmaları uzun zaman aldı. (Bunu anlamak için d’Alembert’in Encyclopédie’ye yazdığı ünlü önsözü okumanız yeterlidir.) Newton için de bu böyleydi; sözgelimi Leibniz’in Clarke ile tartışmasında Newton’un yerçekimi sistemine saldırırken sergilediği öfkeli ve küçümseyici tavrı, özellikle § 35, 113, 118, 120, 122, 128’i düşünün. Her ne kadar Newton Principia’nın yayımlanışından neredeyse kırk yıl sonra hayata veda ettiyse de, öğretisi ölümünde kısmen ama sadece İngiltere’de kabul edilmişti. Ama kendi ülkesinin dışında, Voltaire’in teorisinin açıklamasına yazdığı önsöze göre, yirmi takipçisi zor bulundu. Ölümünden yirmi yıl kadar sonra Newton sisteminin Fransa’da tanınmasına en büyük katkıyı bu açıklama yapmıştı. O zamana kadar bu ülkedeki insanlar Kartezyen girdaplara sağlam, sarsılmaz bir şekilde ve yurtseverce bir tutkuyla bağlı kaldı. Halbuki sadece kırk yıl kadar önce aynı Kartezyen felsefe Fransız okullarında yasaklanmıştı. Keza saray kâtibi d’Aguesseau Newton’un öğretisine yazdığı açıklama için Voltaire’e baskı ruhsatı vermeyi reddetmişti. Buna karşılık günümüzde Goethe’nin renk teorisinin yayımlanmasından kırk yıl geçtikten sonra Newton’un saçma renk teorisi alana hâlâ tam olarak hâkim durumdadır.

Her ne kadar Hume, çok erken bir tarihte başlamış ve tamamen herkesin anlayacağı bir üslupta yazmış olsa da, elli yaşına kadar dikkatlerden kaçmış ve görmezden gelinmiştir. Kant bütün hayatı boyunca yazdı ve ders verdi ama ancak altmışından sonra şöhreti yakalayabildi. Sanatçılar ve şairler doğal olarak düşünürlerden daha geniş bir etkinlik alanına sahiptirler, çünkü kamuoyları en az yüz kat daha büyüktür. Ama hayatları boyunca Mozart ve Beethoven’e ne yaptı kamuoyu? Ne düşündü Dante ve hatta Shakespeare hakkında? Eğer çağdaşları Shakespeare’in kıymetini bir ölçüde bilmiş olsaydı, resim sanatının gelişip serpildiği bir çağdan hiç olmazsa iyi ve güvenilir bir portresi bize ulaşmış olurdu. Oysa günümüze ulaşanlar çok kuşkulu resimlerden, çok kötü bakır gravürler ve mezarı başındaki daha da kötü bir büstten ibarettirA. Wivell, An lnquiry into the History, Authenticity, and Characteristics of Shakespeare’s Portraits; with twenty-one engravings, London, 1836.. Benzer şekilde ardında bıraktığı elyazmaları, şimdi olduğu gibi yasal belgeler üzerindeki birkaç imza ile sınırlı olmak yerine, yüzlerle ifade edilirdi. Bütün Portekizliler hâlâ biricik şairleri Camōes ile övünürler; ama o Hint Adaları’ndan satın aldığı bir siyah çocuk tarafından her akşam caddede kendisi için dilenilen sadakalarla geçinirdi. Elbette zaman içerisinde herkes hak ettiğini bulacak (tempo è galant-uomo,(Kimse olmasa da) Zaman şeref haysiyet sahibidir) ama bunun gelişi eskiden Wetzlar’daki İmparatorluk Mahkemesi’nden gelen cevap kadar yavaş ve geçtir ve bekleyenin artık hayatta olmaması zımni şarttır. İsa ben Sirak’ın düsturu tam bir sadakatle takip edilir: ante mortem ne laudes hominem quemquamKimseyi ölümünden evvel kutlu diye değerlendirme.. Çünkü ölümsüz eserler vücuda getirmiş olan kimse tesellisini şu Hindu mitosunda aramalı: ölümsüzler arasında geçen hayatın dakikaları yeryüzünde yıllara bedeldir ve benzer şekilde yeryüzündeki yıllar ölümsüzlerin dakikaları gibidir. Yargı gücünden bu hazin yoksunluk her yüzyılda eski zamanların kusursuz eserinin kesinlikle saygı görmesinde, buna mukabil kendi yüzyılının vücuda getirdiği aynı nitelikteki eserin değerinin bilinmemesinde, onun hakkı olan dikkatin daha aşağı nitelikteki eserlere gösterilmesinde de görülür. Her on yıl sırf bir sonrakinin gülüp eğlenmesine malzeme teşkil etsin diye böylelerini beraberinde taşır. Dolayısıyla hakiki meziyet kendi dönemlerinde ortaya çıktığında insanlar onu tanımakta yavaş davranırlar; ve bu onların otoriteye bağlı olarak saygı ve hayranlık duydukları dehanın uzun zaman önce kabul edilmiş eserlerini bile ne anladıklarını, ne hoşlandıklarını, ne de gerçekten değerini bildiklerini gösterir. Bunun kanıtı, kötü herhangi bir şeyin, Fichte’nin felsefesi sözgelimi, bir kez yerleştiğinde bir ya da iki nesil muteberliğini korumasıdır. Ancak kamuoyu çok genişlediğinde düşüşü arkasından daha çabuk gelmektedir.

* * *

Şimdi nasıl ki güneş ışığını görmek için bir göze, müzik notalarını işitmek için bir kulağa ihtiyaç duyuyorsa, sanat ve bilimdeki bütün şaheserlerin değeri de bunlara akraba ve denk olan dimağı/ruhu gerekli kılar. Çünkü şaheserler muhatap olarak kendilerine bunları kabul ederler. Bu tür eserlerde saklı ruhları heyecanlandırıp ortaya çıkaracak sihirli sözcüğe ancak böyle bir kafa sahiptir. Sıradan kimse onların önünde mühürlü sihir dolabının veya çalmasını bilmediği ve bu yüzden her ne kadar kendisini bununla aldatmaktan hoşlansa da ancak karmaşık ve düzensiz notalar çıkardığı bir çalgının önündeki biri gibi durur. Nasıl ki bir yağlıboya tablonun etkisi karanlık bir köşede veya görülmesine veya güneşin üzerinde parlamasına bağlı olarak değişirse aynı şaheserin tesiri/intibaı da ona bakan kimsenin zihinsel/düşünsel kapasitesine bağlı olarak değişir. Dolayısıyla güzel bir eser gerçekten varolacak ve hayatta kalacaksa hassas bir ruha, iyi düşünülmüş bir eser düşünebilen bir zihne ihtiyaç duyar. Fakat dünyaya böyle bir eser sunan kimse daha sonra genellikle kendisini, hazırlaması bunca zaman ve emeğe mal olmuş havai fişekleri, sırf yanlış yere geldiğini ve bütün izleyicilerin körler enstitüsünün sakinlerinden ibaret olduğunu öğrenmek için coşkuyla ateşlemiş bir havai fişek göstericisi gibi hissedebilir. Ancak belki de bu onun için izleyicilerin havai fişek göstericilerinden ibaret olmasından daha iyidir; çünkü bu durumda eğer gösterisi fevkalade güzel olsaydı bu onun kellesine mal olabilirdi.

Arthur Schopenhauer, Çev. Ahmet Aydoğan (Güzelin Metafiziği, Say Yayınları, 2010)

Yorumlar

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 6

‘yukarı’ dedin

muhtemelen "" denen şeyi görse, bu söylediklerinin bir de bilimle kanıtlandığını görse biraz daha fazla somurturdu. Gerçi bunun için geniş denek sayılarına gerek yok, şiirimiz incelense bu sonuçları biz de Dunning ile Kruger arkadaşlara verirdik.

Özetle şu bu sendrom, yeteneksiz ve az biraz cesaretli iseniz modern dünyada çok rahat edeceksiniz diyor. Çünkü yapacağınız hataların çoğunu fark etmeyecek kadar ahmak olduğunuz için aşırı cesaretli olacaksınız. Fakat eğer birazcık izan sahibi iseniz, zaten kendinizi engelleyecek, her hıyarım var diyene tuzla koşmayacaksınız.

Gerçi sanat böyle keskin olarak akıllıların, izan sahibi insanların elinde olursa o da hiç çekilmez oluyor, onu da biliyoruz...

Bu arada bahsedilen etkinin sadece Amerikalılar için geçerli olduğunu, örneğin Asya'da (wikipedia doğu asya diyor) insanların kendilerini geliştirmek için, sahip oldukları yetenekleri önemsemeyerek öğrendiklerini ve geliştiklerini hatırlatalım.