Hepimiz için geçerli bir formül ya da değer-matik

Birincil sekmeler

Seçim Şarkısı Belli Oldu

Hatırlarsanız, bu "değer ve yeni" konusunda birkaç tuhaf yazı ile karşılaşmıştık geçtiğimiz günlerde. Bunlardan biri açık açık bu işlere kafa yorulmamasını, zaten yapılanın yapıldığını -bininci kez- . Tabi bu "yeni" ile uğraşmak isteyenler için gönül kırıcı bir uyarı olabilirdi. Fakat, 2000'li yıllardaydık ve kimsenin hiç bir otoriteyi sallamak gibi bir zorunluluğu yoktu. O yoldan dönenlerin de pek sesi çıkmadığı için, biz bize kalmayı tercih ediyorduk, ediyoruz. İkinci yazı ise, kişisel olarak pek de tanış olmak istemediğim bir "beklenti" ya da "amaç" çerçevesinde şiiri, edebiyatı döndüren, ona çeşitli "değer"ler atfeden dileklerle . Nilay Özer, bu çerçeveyi yeterli bulmamış olacak ki biraz daha açmış ve bir yazı daha yazmış Hece Sayı 159, Edebiyatın Özerkliği içinde Nilay Özer, "Değer Tabii!" sayfa 93. Yazıda yine şair ve şiire bir sürü özellik, eklenti yüklenmiş. Önce önemli anlar;

"Şiir söz konusu olduğunda yapısal, biçimsel, sözcüklerle ilgili tüm seçimler daha büyük bir önem kazanır çünkü okur şiirle iletişim kurmaya çalışırken şairin neyi neden seçtiğine dair birtakım kurgular oluşturamıyorsa, şiire çağrışımsal bir anlam bile atfedemeyebilir."

Okur ile şiir arasındaki uzaklık sandığımız gibi "çok özel" anlarda kapanmıyor. En azından biliyoruz ki, şiir sanatı kendine atfettiği dolaysızlığı sayesinde Dil yetisinin içine yerleşebiliyor. Hatta daha önce de tartıştık, düpedüz Gündelik Dil diye sınırlandırılmak istenmesine rağmen, Şiir'in bir tür olarak Dil'in türev(ler)i ile ilişkisi gerekli olsa da, yeterli değil. Ayrıca Dil Yetisi dediğimiz şey, simge/sembol üretimini sadece neden söz ya da yazı ile sınırlamış olsun ki? Yani Şiir'in levazımının sadece "sözcük", teknolojisinin sadece "dize" olması fikri, hem kısıtlayıcı hem de indirgeyici bir şey değil mi? "Dil" ve onu kullanabiliyor olmamız kendi başına nasıl da bu kadar "bilindik, tanıdık" hale geldi? Şurada yazıyı öğrenmemiz 5000 küsür yıl ama bu dünyada varoluşumuz ondan çok daha eski olsa gerek?

"İyi bir şiir okurunun, şiir bağlamında iyi eğitilmiş birinin saflıkları giderilmiş, sözcüklerin ilişkilerini sorgulayabilen, deneyimlere ve gelişmeye açık, bağlayıcı güçlerden özgürleşmenin yollarını arayan, yaşadığı çağı ve çağın sorunlarını kavrayabilen, acı çekebilen, acıyla başetmeyi öğrenebilen, özgüvene sahip, kendilik değeri ve farkındalığı yüksek biri olduğunu söyleyebiliriz. Şiir bir özerklikten doğar, okurun da en büyük dönüşümü bu yoldadır."

Nilay Özer'in -ve bir çok şairin okuru bu derece formüle etmeye çalışmaları tuhaf geliyor bana. Eğer okur, özelleşmiş ve motive edilmiş, Özer'in bahsettiği gibi alımlama yolları ve eşiği açısından bu kadar tatmin edici bir durumda ise, neden şiirimizi okuyor? Onla gidip, çay içsek daha iyi değil mi? Belki ondan öğreneceklerimiz vardır?

Yukarı(Şair)'dan Aşağı (Okur)'ya bir Akış (şiir) ise eğer aranan, bu tür bir hiyeraşiyi kurabilecek bir kaldıraç sistemi ne zaman icad edildi? Şair, bir okur ile değil tam da burada Baudrillard'dan ödünç alalım, bir okur simülasyonu ile şiir yazıyor. Bu okur simülasyonu, hadi orada da biraz daha ileri gidelim, aslında, tarihsel olarak kendi okurunu değil, en uç noktada "şairini" yaratan bir simülasyon. Yani şair, şiiri kullanarak önce okuru, daha sonra da "şairi" yaratıyor. Birbirimizi kandırmayalım, okurumuzun -özellikle dizeli şiir için- bizden zeki olmasını, bize, şiirimiz hakkında düşündüklerini anlatması falan pek de hoşumuza gitmiyor. Onun bizi okumasını falan istediğimiz de yok o kadar. Simülasyonun uç vereceği iki olasılık var. Okur = hayran (yani her zaman enerji eşiği olarak bizden aşağıda) ya da okur = şair. Özerklik isteğimiz kendi okurumuzu üretmek ile, Kanon için şair/okur üretmeye mi yarıyor?

"Özerklik; şair ve şiirle okur arasındaki döngüyü kurar. Şiir okumak insanı özerkleştirir."

Şair, şiir ve okur arasında kurulabilecek en hakiki ilişkinin bir "döngü" olarak ortaya konması, bu ilişkinin beklentiler ya da ihtiyaçlar sistemi üzerinden kurulmasına da olanak sağlayabilir mi? Örneğin okuma ve anlama arasında okurun hazza yaptığı yatırım? Duygusal olarak eşiklerinin zorlanması ve en sonunda -okumak ve anlamak için harcadığı zamandan sonra- eline geçen o şey? Barkod tabancası ile okur arasındaki benzetmeyi yaptığımda bu, şairlere çok tuhaf ve yadırgatıcı gelmişti. Oysa barkod tabancası ve onun işlevselliğini sağlayan barkod ile şiir ve okuru arasında "okuma" açısından büyük benzerlikler var. Bize ilkel geliyor olabilir o tür bir okuma, çünkü estetikten yoksun görüyoruz ya da anlamsız. Oysa barkodun vaad ettiği şey, çizgilerden okuyabileceğimiz metne dönüşen bilgi oldukça hayati, ekonomik ve minimal bir bildiridir, örneğin: 17.50 TL, 23.10.2009 16:00, istanbul. Ve bunu kalınlı uzunlu birkaç çizgi ile yapabiliriz.

Barkod, barkod tabancası ve arada dönüştürülen bilgi, gayet özerk ve özel. Biz baktığımızda anlayamıyoruz değil mi? Burada insanî olmayan bir şeyler var gibi geliyor bize. Oysa şiir, uzunlu kısalı çubuklar yerine örneğin 29 harf ve sözcük/sözlük karşılıkları ve bunların olası anlamları, yan anlamları, mecaz anlamları, sesleri, vurguları ile gayet gelişmiş olsa da, yine de semboller kullanmıyor mu? Noktalama işaretlerinin daha az yadırgatıcı geldiğini bize öğretilmiş olmalarından dolayı fark etmiyoruz belki ama hayatlarımıza girişleri ve vazgeçilmez olmaları çok uzun zaman önce olmadı. Ve onların ikame ettiği şeyler de "yazının iyiliği için"di ve "söz" ile ilgiliydiler. Bu dönüşümün sadece Batı ile ilgili olduğunu söylemek nankörce olacaktır çünkü ideogram ya da hiyeroglif gibi, hat gibi şeylerin ucu hiç de Batı'da değil. Ama bütün o icatlarımızdan sonra bilgisayar programlama dilleri Batı'nın işi.

Ama sorun geçişler değil, Söz-Yazı arasındaki dönüşümün kaçınılmaz olması idi. O tarihsel dönüşümden sonra önümüzde bu tür geçişleri anlayabilmek için birkaç yöntem var diye düşünebiliriz: Transformasyon, Simülasyon ve .

İlk iki kavramı elbette biliyorsunuzdur. Sonuçta ikisi ile de içli dışlı olduk, olmaktayız. Ama Emülasyon, bambaşka bir ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Veri kaybı ve biçimlendirme sorunundan. Şöyle ki, artık kullanılmayan ve fiziksel olarak inşa edilmiş olsa da artık işe yaramaz hale gelmiş sistemlerin, donanımlarına ihtiyaç duymadan, sadece yazılım ile yeniden inşa edilmesini ve sistemin pratikte aynı tepkileri ve sonuçları vermesine yarıyor bu yöntem. Basit bir örnek vermek gerekirse, artık çalışmayan, parçası bulunmayan ama zamanında bir sürü yazınızı kaydettiğiniz çok eski bir işletim sistemi ve onun içindeki programları, şu anda kullandığınız işletim sistemi içinde de kullanmak ister miydiniz? Örneğin o eski konsolda oynadığınız oyunları, bugün o konsol olmadan sadece yazılım ile şu andaki bilgisayarınızın içinde tekrar oynayabilmek? Konu sadece oyun üzerinden düşünülmesin diye, ufak birkaç hatırlatma, yeni teknolojiler ve çipler, artık birbirlerini emüle edebilen sistemler için de geliştiriliyor. Örneğin isimli program bunu ve uygulamaları, etkiliyor.

Bilgi, böyle her şekilde ve şartta saklanabilen bir şey olmadığı için, dönüştüğü her biçim/mecra ilişkisinin, o bilginin saklanma, tutulma, yeniden işlenme biçimlerine de etkisi var. Belleğimiz de zaten böyle çalışmıyor mu? Bildiğimizi sandığımız her bir bilgi parçasını sakladığımız yer ve onu hatırlama sürecimiz de böyle karmaşık, verimsiz ve bir o kadar da eksiltili değil mi? Hatta ilkel yerleri yok mu beynimizin? (Örneğin )

Anayoldan buraya sapmamız, Amigdala'ya kadar gelmemizi sorgulayan okur için belirteyim, Nilayözergiller ile aramızdaki farkları ortaya koymak içindir bu sapma. İmdi, görüyoruz ki, şu anda bizim yazdığımız şiir değil, genel olarak insanların şiirden anladıkları şeyleri düşündüğümüzde (örneğin , vs) öyle veya böyle bu insanların da "şiir" diye bir başlıkla içli dışlı olduklarını ve o kümeye bizim de girdiğimizi itiraf etmemiz gerekiyor, öncelikle.

Bu itirafı yapabilirsek, bu insanların Şiir Tarihinin Beyni diye bir şey var ise, onun Amigdalası ile şiir yazdıklarını rahatlıkla görebiliriz. Bu gördüğümüz zaman, bahsettiğimiz okur değil ama o okurda yapmayı düşündüğümüz yatırımın da oradan geçtiğini itiraf edebilirdik. Biz, hem o kadar apolloneks bir şey isterken, okurda yaratmaya çalıştığımız etkinin gayet diyonizyak olmasını istiyoruz, değil mi? Ama bu kadar uzun bir zıplamayı, geçişi, saniyeler içinde yapabilmek kolay mıdır?

"Şiirin işlevleri vardır. Estetik bir değer üretmek, bir dil icat etmek, gündelik ve toplumsal olanın dışındaki “öteki alanı”, “öteki gerçekliği” kurmak bunların başında gelir."

Hem aşacak, taşacak (Pathos) hem de oturup düşünecek (Logos), hem de "hah, evet, budur" diyecek (Ethos'umuza saygı gösterecek), hem de "bunu kim yazmış, ne güzel yazmış" diyecek. Böyle bir "tüketici davranışı" varsa bile, herhalde alt alta dizilmiş kelimeler, cümleler için bu tepkileri vermeyecektir, değil mi? Artı şu soruyu da soralım, şeytanın avukatı olarak, gerçekten hangi şiir bugüne kadar kimde öyle bir etki bırakabilmiştir? Bıraktıysa ve o etki tam bir etki ise, o zaman o kişi bir daha şiir okuma gereği duymuş mudur?

O zaman tarihsel şiir anlayışı ve onun üretim süreçlerini izleyerek varabileceğimiz yer nedir diye sorulursa, bunun Poetik Doğruculuk (Soylu / Soysuz ya da diğer lirikler), Mcdonaldlaştırma (Slogan şiir, re-Garip şiiri, İkinci Yeni-esk şiir, sub-Hece) ya da Samimiyet Endüstrisi (80 Şiiri, Felsefi Şiir, Toplumcu Gerçekçi Şiir, İslamcı Şiir, Modern Şiir, Cinsiyet Ayrımını Unutmuş Gibi Görünen Şiir vs) gibi yöntemlerle ne kadar yapılabildiğini görebilmek için elimizde oldukça fazla örnek var. Bunların ortak özellikleri, şiir tarihi adına kabul ettikleri ve itiraz etmedikleri hatta birer hipotez değil, tam tersine "a priori" kabul ettikleri başlıklardan oluşuyor. Bu kabulleri sorgulamaya çağırmaktan başka elimizde bir çare de yok. Sorgularken ortaya çıkanları da sergilemekten başka, çare de yok.

Çok daha makro düzeyde bakarsak, bu "a priori" şiir sanatı adına, bize öz/varlık tartışması yaptıracak düzeye gelmiş durumda, bir çırpıda sayabiliriz onları;

- Şiir, sözcüklerle yazılır (çünkü sözcük, 29 harften çıkartabileceğimiz en sıkı üründür) - Şiir, mısralarla/dizelerle yazılır. (çünkü yazı, listeleme ihtiyacından doğmuştur) - Şiir, tanımlanamaz. (çünkü Dil Yetisi, Dil ile açıklanamaz) - Şiir, duygu ve düşüncelerin ritm, ahenk vs. gibi tekniklerle anlatılmaslıdır. (Sözlükte öyle yazıyor) - Şiir, estetik (bu anlamda güzel) ile sıkı sıkıya bağlıdır. (Tarihselliği içinde nefasetini korumak, köklerini, damarlarını göstermek için)

Böyle gidiyor. Gördüğümüz gibi çoğu şeyi neden kabul ettiğimizi, bunların neden böyle olması gerektiğini Şiir Tarihi dışında bir şey ile açıklamamız mümkün değil. Bu karma tanım, kendisini TDK'daki tanımda bütünlediği için de, aslında "tutan şiir" de ondan öte bir yerde konumlanamıyor. En azından şimdilik. Yani ne kadar yazarsan yaz, son sözü Devlet söylüyor, sözlük söylüyor, ansiklopedi söylüyor.

Yorumlar

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 17

‘yukarı’ dedin

En başta şu okur meselesi çok şaşırtıcı. Yani sahiden de okur’un “şair bu şiirde şunu demek istemiş” demesini mi bekliyoruz? Ayrıca okur ile yazar/şair arasında böyle keskin bir duvar örmek de nesi? Bizler aynı zamanda okur değil miyiz? Artık yazan olmak bir kademe ileride olmak ya da sınıf atlamak gibi bir şey mi? Ben bu bakışta okur’u küçümseyen, onun eğitilmesi, öğretilmesi gerektiğini ima eden bir yan da algılıyorum. Siz bir şiiri okurken ya da bir öyküyü romanı, yazarı/şairi anlamak üzerine, onun muradına ermek üzere mi okuyorsunuz mesela? Yoksa aynı hat üzerinden gidersek acaba okurun da “özerkliği” yok mudur? Mecbur mudur okur (niye bu kadar yabancılaştırıyorsak o da ayrı konu) beni anlamaya? Yoksa o da kendisi için yeniden bir üretime mi geçer? Bu sorular çoğaltılabilir ve çoğaltıldıkça da yazıda tariflenen okur tanımının içi gittikçe boşalır.

Sanırım “büyük şair” ideali gibi bir de “büyük okur” ideali yaratılmak isteniyor. Ben bunları anlayamıyorum. Demek ki fırsatını bulsak belki de kendi okurumuzu da üretmek eğilimine gireceğiz? Benim şiirimi şu tip bir okur okuyor diyebilir mi herhangi bir şair, kendi okurunu anlatan bir yazı yazabilir mi?

Görsel şiirle ilgili kısma gelince, Hayal’deki yazıya da tekrar baktım. Epey zaman önce siteden okumuştum. N. Özer o yazıda, hiç de bu son yazıda atıfta bulunduğu gibi görsel şiiri ekstra olumlayan bir şey söylememiş ki zaten. Bu her zaman rastladığımız, şiir-müzik, şiir-resim, şiir-görsellik, şiir-fotoğraf vb. çoğaltılabilecek meselelerden birisi olarak ele alıyor. Bunu niye söylüyorum, Karayazı’daki yazıyı da hatırlarsak, (üç nokta’nın 2000’ler ilk dosyasındaki sözleri hatırlarsak) ortaya birbiriyle uyuşmazlık içerisinde olan bir üçgen, dörtgen çıkıyor bana göre.

Sonra iyi örnek kötü örnek meselesi de öyle… İyi örneklerin neden iyi örnekler olduğuna dair, ya da hangilerinin iyi örnekler olduğuna dair ayrımların konulabileceği ne tür veriler var elimizde, nasıl olacak bu? Olabiliyor olsa yıllardır süregelen (ve şiir penceresinde nihayet odağın şiir değil de kişisel meseleler olduğunu bir kez daha altını çize çize gösteren son günlerin tartışmalarına da bakınca) yıllık vb. tartışmaları sonucunda bir yıllıkta da hiç olmazsa “ben bunları şu şu nedenlerle aldım” diyen birisi olurdu. Demek ki denilemeyen, seçimleri tektipleştiremeyen, öznesinden bağımsız bir kritersizlik de söz konusu. O halde “seçme” işleminin kendisi de kendini imha etmiş oluyor otomatik olarak. Yani seçimin şiirle bağlantısını sıfırlıyor bana göre.

Ayrıca şu “kusursuzluk” da çok sorunlu bir şey değil mi? Kusursuzluk üzerine mi kurulur sanat? Ya da şiirin işlevi-işlevsizliği kısmı? Dil icat etmek midir şiirin amacı? X ya da Y değeri kabul etmek anlamında yaşanmıyor ki sorun hem. Daha “değer”in içinin doldurulması konusunda anlaşamıyoruz. Kimin değerleri, kime göre? Erdem yüzde yüz olumlu, iyi bir şeydir diyebilir miyiz mesela. Nietzsche neredeyse tüm eserlerinde “erdem”i ahlak/ahlaklılık ve ileri derecede erdem düşkünlüğünü ya da ahlaklılığı insanı tek bir hedef, tek bir yola mahkum edeceği ve aşırılaştığı noktada da karşı çıktığı şeyi kendisinin üreteceği/üretiyor olduğu düşüncesiyle yerden yere vuruyor… Ne diyelim?

Bu kadar büyük büyük dikte edilince tanımlar, şiir şudur, işlevi şudur, okur şudur, dil şudur… Şair nasıl özerk olacak, onu da hiç anlayamadım…