MURAT ÜSTÜBAL'IN BİR ŞİİRİ ÜZERİNE

Birincil sekmeler

Serkan Işın 04.11.2003

[kitapara:Todorov], Poetikaya Giriş isimli kitabında, "Sözdizimsel Görünüş: Metnin Yapıları" isimli bölümde, metnin örgütlenmesi dediği şeyi iki ana kısma ayrır. Bu ayrımı ise Tomaşevski'ye dayandırır:

"İzleksel [tematik] öğelerin düzenlenişinde iki ana tür vardır: İzleksel öğeler belli bir kronoloji içine yerleşerek bir nedensellik ilkesine uyum gösterirler; veya, zamansal bir kaygı olmaksızın sunulurlar yani hiç bir içsel nedenselliği dikkate almayan bir biçim içinde sıralanırlar." Buradan yola çıkarak Todorov, birinci türe mantıksal ve zamansal düzen, Tomaşevski'ye göre olumsuz gibi görünen ikinci türe ise mekansal düzen der.

Nedensellik ilkesinin Mantıksal ve Zamansal düzen içindeki yeri, hem art arda gelme hem de belli bir zaman düzeni içinde, birbirini mantıksal olarak takip etme olarak açıklayabiliriz. "Bir şey, başka birşeyden önce geliyorsa, onun sebebidir" kadar katı bir yapı değildir, burada bahsedilen sebep sonuç ilişkisi. Edimlerle, ideolojik yapının sağladığı sağduyu ya da alışkanlıklardan beslenen bir nedensellikten de bahseder Todorov, fakat nedenselliğin 20. yüzyılda kendine yeni yaklaşımlar aradığını, absürd edebiyat'ta da olduğu gibi nedenselliğin belirleyici etkisi, kimi zaman gözden düşmüştür. Bunun sebebini şöyle açıklar Todorov, özetle; "Ali taş attı. Pencere kırılır." ile Pencere kırılır çünkü Ali bir taş atar" arasında bir fark vardır. Fakat ikinci kısımdaki nedensellik belirginken, birincisindeki bulanıktır. "Genelde iyi yazarlarla kötü yazarlar arasında, iyi olanlarının açık nedenselliğe başvurdukları söylenegelmiştir" der Todorov, ama der "bu anlayış temelsiz görünmektedir." Mantıksal ve zamansal düzen için ise son bölümde şunları söyler Todorov; "her kitabın belli bir miktar nedensellik gerektirdiği söylenebilir, anlatıcı ve okuyucu bu nedenselliği sağlarlar ve sarfettikleri çabalar birbirlere karşıt olarak artar veya azalır."

Mekansal düzen ise, daha çok şiirde gözlemlenmiş bir düzen olarak önümüze sunuluyor. Buna göre, metnin düzenlenişinde "mantıksal ve zamansal ilişkiler ikinci plana düşer ya da kaybolur, örgütlenme de öğelerin mekansal ilişkileri tarafından sağlanır." Mekan ise, metne içkin bir şey olarak anlaşılmalıdır. Bu tür mekansal düzenle, ilk kez sistemli bir şekilde ilgilenen Jakobson'un şiir çözümlemeleri ise şu şekilde özetlenir: "sesbirim ve ona dair ayırıcı özelliklerden dilbilgisi kategorilerine ve mecazlara kadar tüm sözce katmanlarının simetriler, derecelenmeler, antitezler ve koşutluklar şeklinde karmaşık bir örgütlenmeye girer, birlikte hakiki bir mekansal yapı oluştururlar". Todorov'a göre ise "harflere göndermede bulunan bu harfler veya seslere gönderemde bulunan bu sesler, gösteren düzeyinde bir mekan oluştururlar."

Todorov, edebiyatta bu düzenlerin bir karışımı ile karşılaştığımızı da belirtir. Şöyle der: "metnin yapısından konuşmaya başladığımızda karşılaştığımız güçlüklerin nedenlerinden biri budur belki de."

Murat Üstübal'ın "Dersederimsaklayıp" şiiri, bu tür mekansal bir okumayı zorunlu kılması açısından ilginç bir örnek. Şairin diğer şiirleri de -ki bunlar içinde Ücra ve Islık dergilerinde yayınlananları gözönünde tutuyorum- böyle bir yapı/kurulum içinde olduğundan, "Dersederimdesaklayıp" zorlu bir girişim olabilir. Şiirle başlayalım:

DERSEDERİMSAKLAYIP

"sitem kar topu topu dur sığ çatlakırdı kırdımotu tonsuz tutam seyrek de derim derlerse sakın kınından ıkınıp aklavurgun çeyrek daire suali dönüşlerde muğlak var aç ayı tok günde derim derleyip terli ağzına kuyruk çevirir çevikçapan

çuvalla, ilahi yaldız pulla alla ula çuvaldız çalar tual dolusu yoksayış kaçar dağ da ağ da güneşvurgunu sünger-ilim oval ovuşu uçuşur huşu gergef eksi-ayna dışı iç-görgü eza derse derim incelir en kaza yığılı

tut kal artığın dili perçinli okunmuş kum-aş seyrel ikaz seyreyleyen al'emsal

çekiç güçtür bilirim çekip giden gücüne hörgücüne aldanır horgörüşe bunayıp

tart;ok; ulama keş-keleyen kav sahte'yan, durmayan yanyatmaz hac sahi denden kollar su kokusuna dikilen derse derim sahte-reva; yası dama-can veren

çakmak taşı yanında, taşkın açmak dahası dehası kolkola opuş-kopuş meraksız çentik opak-dil;tik tak yüzüne kayıp-dik

kuzguni orman tekili çorak derme çat kapı dışı tokmak eritir çivisi çıkık"

Ücra dergisinin 9. sayısında, Ücra'çahane isimli bölümde -ki derginin en son sayfasında Üstübal ve Keçeli'nin konuşmalarından oluşan bir bölüm- derginin o sayısında yer alan "Bir Tutam Gam" isimli şiire gelen eleştiriler konu alınıyor. Burada Üstübal'ın "çizgisel okuma diye birşey yoktur artık" sözünü yanımıza almamız gerek öncelikle. Özellikle bu şiire Mustafa Haydim'in yönelttiği eleştiriler konu ediliyor konuşmada. Şöyle soruyor, yapısı "dersederimsaklayıp" şiirine benzeyen "bir tutam gam" isimli şiir için Haydim, aktarıldığı kadarı ile: "Bir tutam gam" neden bu şiirin adı? Şiirin hangi dizesinde, hangi imgesinde geçiyor, nasıl oraya bağlanıyor? Üstübal'ın bu ve bu tür sorulara ya da bu tür okuma alışkanlıklarına verdiği cevap kısaca şu: "şiirin totalinde de olabilir bu, bir kelimede de olabilir, hiç bir şeyde de olabilir." Burada gizlenmiş bir şey mi var ki, dersek eğer, buna da cevap olarak şunu söylüyor Üstübal:"yani, oyun başka bir şekilde cereyan etmeye başlıyor. her seferinde yenilenip (kendi içinde) tekrar karşımıza çıkıyor. deşifre olmamak. hayatın deşifre olmayan yanını gösteriyor." Çizgisel okumadan sonra çıkınımıza, deşifre olmamak'ı da ekleyelim ve son olarak "imge" konusunda şu sözleri bir kenara not edelim: "imge, kontrol edebileceğimiz bir şey değil ki! ucunu daha sonra dize içerisinde kapatabileceğimiz bir alanı da yok imgenin. imgenin, sözcüğün, harfin peşine takılıyoruz. onun kendi -öz bilincini- ortaya çıkarmasına belki de aracı oluyoruz. bizim şiirdeki rolümüz ne diye bakarsak, bilinçaltımızın kapılarına mantığın, aklın kelepçelerine vurmuyoruz en başta."

Üstübal ve Keçeli, ki buna Üstübal'ın "Şiirde Anlam ve Ötesi" isimli yazısını da ekleyebiliriz, bu soruna bildiğimiz kalıpların çok dışında bir yerden yaklaşarak bakıyorlar zaten. Bu arada Ücra'nın aslında yapıbozumun okuma önerilerine dayanan ve okuru daha "etkin" olarak kullanmayı öneren postmodernist tavrı, daha çok kubizmin sınırlarında dolaşan bir sürrealisti de anımsatıyor bize. Bu daha çok benim "DERSEDERİMSAKLAYIP" şiiri için kullanacağım, metnin etrafında, her katında ve katmanında bir eksenler yumağı içinde yapacağım çok boyutlu bir okumanın tekniğini de açıklayacaktır. (Ama yine de Üstübal'ın Şiirde Anlam ve Ötesi isimli yazısı, en azından temelde şairin bakışını yansıtması açısından iyi bir başlangıç olabilir, özellikle modernist şiire.)

Öncelikle çizgisel okuma yoktur ya da olabilir, bu önemli değildir. Çizgisel okuma bir nedensellik ilkesine bağlı olarak (yukarıdaki kısımda Todorov'un söyledikleri ışığında), daha çok yapının baştan sona, sondan başa, anlaşılmasını ve hatırlanmasını, onunla kurulan ilişkinin kuruluğu ya da ideolojik bir okurun bulgulayacağı anında tamamlamalarla, yapının tıpkı gelenekteki gibi kendi dışında, şiirin kendi söylemi dışında başka söylemler ve pratiklerle "kapanması"nı sağlayacaktır. Bu romanda, romanın kendi gerçekliği dediğimiz ve pek de itiraz etmediğimiz yapı tarafından altüstedilirken, şiirde kelimelerin, dahası hecelerin, ses birimlerinin parçalanması ile altüst edilir. Bunun en güzel örneklerini Rus Biçimcileri ve Dada'nın fonetik şiir örneklerinde görebiliriz, Ercümend Behzad Lav ve Ercümet Uçarı ise, bunu dolaysız olarak Türkçe'ye eklemlendirmeye çalışmışlar, fakat benim görüşüme göre, Nazım Hikmet'in sergilediği bütünlüğü sağlayamamışlardır. Lav, Dada'nın düsturlarını çevirmiş, ama dili çevirememiştir, Uçarı ise, geleneğin okuma biçimi dağıtacak başka türlü bir okuma önermediği için ve 80'lerin o kısır ortamında sadece Adam Sanat tarafından yedekte bekletilip, ölüme terkedilmiştir, hem de göz göre göre. Okurun kafasını daha da karıştırmamak için, kabaca bir şiir tasviri yapalım. Şiir, öyle bir yapıdır ki, hem "kalbe", hem "belleğe" hem de akla seslenir. İlk okumada bütün bunların hazır bulunmasını istemese de, temasını önümüze serdiği alan (şiirin mekanı), bu üç cengaveri, hazır ister. Okurdan istediği bu fedakarlık için ise, ona hiç unutamayacağı bir ders verir. Bu dersin, üç aşamalı bir faydası olabilir. Birincisi bir derstir, ondan dersler çıkarılabilir, ikincisi hiç unutulmayacaktır, hayatında bir anı olarak saklayabilir, üçüncüsü bir ezberdir ve tekrardan dönüştürerek kullanabilir (aşk şiirleri genelde bu üç işlevi yerine getirirler). En azından tematik okuma denen bir şey varsa, işte bu tür tematik şiirler de, hem kafiye motorunun sarsıntısız işleyişi hem de müzikal dokunun organik yerleşimi sayesinde, imge sayesinde akılda kalan duygular olarak yaratılırlar, okurun kafasında.

Fakat, işlerin sarpa sardığı bir alan olarak yaşamın kendisi, ya da Üstübal'ın deyimi ile "kod adı hayat olan" bir süreç, tüm bu teknik bilginin dipten sarsılmasına sebep olur. Birincisi okur, hiçbir zaman, şairin ya da şiirin karşısında ekten olamamaktadır, bu tematik şiirde. Şiirin gelenekte icad edilmiş bir tasviri içinden bakan okur, onda aksayan yanları, bir tür sekme ya da kötü şiir olarak görüp, şiirin de şairinin pek yapısını bilmediği, ama üzerine kafa yorduğu, çok muğlak bir alan olduğunu unutup, onu hemen bir kenara bırakıverir. DERSEDERİMSAKLAYIP gibi şiirler ise, gerçekten okurun, kendini sınaması ya da şiire ısınması açısından ne belleğe, ne akla, ne de yüreğe seslenirler. Çünkü bu üç boyut içinde, aynı Newton Mekaniğinin uğraştığı gözle görünür büyük kütleler yer alıyorsa, göz ve matematik de, bu büyük kütlelerin peşinden sürüklenip, onlara göre "yaşamı" düzenler. İş ışığa geldiği zaman, eksik kalan bir yaklaşım biçimi olarak Newton Mekaniği, daha sonra gelecek Einstein Göreliliği tarafından çözülene kadar, bir fil ile bir mermi'nin momentumları arasında bir fark yoktu. Hala da yok. Ama bu ikili, ışık hızı ile ilerlediğinde, Newton Mekaniği bunu çözemiyor, birbirlerine göre olan hızlarını bulamıyor. Tıpkı bu örnekten de görülebileceği gibi, şiir de, şairin bir deneyimi olarak, okura göre, Newton Mekaniğinin düsturları doğrultusunda anlamsız gelebiliyor DERSEDERİMSAKLAYIP şiirindeki gibi. Tipik bir okuma için bu şiir, "birden biter". Kelimeler birbirine çarpar, bir kelimin eki ayıklanmış yapısı, imgenin belirtili tamlamasına alışan ve gibilerle dolu benzeşimlerden, cinaslardan yararlanan okuması, bu şiirde okuru ya bitiştirmeye ve bitiştirirken sesleri farketmeye ya da hecelemeye, hecelerken fark etmeye itecektir. Hele sabırsız bir okur için yapabilecek birşey yok gibidir hemen hemen. Burada gözün alışkanlıkları da işe yaramayacaktır. Çünkü kelimeleri gören göz, onları birleştirecek bir alan ya da doldurulması gereken bir alan bulamayacaktır kafasında.

Bu kadar açıklamadan ve yazıyla arama giren zamandan sonra, Üstübal'ın şiirine tekrar baktığımda, onda kübist bir duyarlık görebiliyorum açıkcası. Fakat bundan daha da ötede, sanatsal bir kaygı dışında, iğdiş edilmiş dize anlayışlarımızın da kökünden kopartılıp, belki de yeniden kopartılıp, şiirin daha sağlam bir düzeneğe oturtulması gerekiyor. Bu kadim kaide -dize- artık işlevinin sorgulanmasından değil, olabildiğince her türlü anlatıma alet edildiğinden şiirin ana ekseni ve söylemi için yeterli bir alan sağlamıyor. Sadece belki de tek hakiki gelenek olarak şiirin yapısını bütünlüyor. Yaşam bunca dönerken, okurun dili de dönmekte çoğu kez. Bu pikolepsi (sürekli müdahale) şiir tarafından da kullanılmalı, kullanılıyor. Belki de negatif kullanımı ile şiir de "yaşamdan" ayırıyor.