"Soykütüğü"nde “Belli bir canlı türünün onsuz yapamayacağı şeydir.” der Nietzsche hakikat için, ve ekler: “Hakikat diye bir şey yoktur, o halde her şeye izin var.” Bu sıkı [sıkıştırılmış] alanda [darboğaz] konuşmaya cesareti olan kim var? “Belli canlı türü”, dahası bu kukla tanrılar bırakın keşfedilen bir hakikatten söz etmeyi [varsa bir hakikat, saklambaç oynamaz; zuhur eder] hakikatin sahipleriymiş, ellerinde tuttukları bir hakikat varmış gibi konuşurlar. Bunu hemen yanlışlamaya sıvananlar olacaktır. Burada, oyunun oynandığı sahada, çırçıplak duranlar söze kalkışabilir. Onu da arı namusu elinin tersiyle itmiş çırçıplak bir şair söylesin.
Aristo, “doğumundan kendiliğinden olanla [phusei onta], insanın tasarımı ve yapımıyla ortaya çıkanın [techne onta]” arasını ayırdı. Böylelikle varolan en şiddetli yerinden oynatılmaya maruz bırakıldı. Hala o yarıkta el feneriyle yolumuzu arıyoruz.
İki yakanın bir araya gelmediğini, yarılmışlık’ın [“geçip giden bir geçmişle, henüz gelmemiş bir gelecek”?]bütünü parçaladığını, bir yarıkta bütünün temaşasının zevkine erilemeyeceğini hiç bilemeden “yarığı” “yeryüzü” zanneden mübarek takkeleri başlarında vehim tacirleri bir köşe tutmuş, yarıkta yol alarak onu “geçmeye” çalışan göçebeleri işaret edip gülüşmektedirler.
“Biricik” bir iddianın olabileceğini ya da “gerçek”in elde edilebileceğini söylemek en hafifinden düşünce yoksulluğudur. [Daha baştan aynı cürümü biz de işledik, gördünüz mü?] Gerçek elde edilen değil, zuhur eden bir şeydir. Zuhurat olursa biz de –belki biliriz.
Hakikati söyleyeceği vehmiyle konuşmaya başlayan “artık” konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Söylediği, söylediğini söylediği şeyden daha önemli hale gelmiştir onun için. Buna yazının kalıcı, dondurulmuş [kalıp] etkisi de eklenince ötesini göstermeyen şaşaalı devasa yapıların özlemi yerleşir içe. Azıcık zekanız da elveriyorsa malzeme pek çoktur. Sağınıza atsanız elinizi doğuda yağ, solunuza atsanız elinizi batıda bal. Gel gör ki, işçilik pahalı, ince ince işlemekten kurtulmak için en iyisi kalıplar halinde, en az işçilikle yığmalı üst üste. Kalıp yığma dışarıdan da pek güzel görünür hani.
Sihre [varın siz ona göz boyacılık deyin] karşı hep dikkatli olmaya çalışmışımdır. Ama bu, sihir olamaz; acemice sunulmuş bir illüzyon bu. Hani derler ya “saman alevi” gibi; saniyeler sonra herkes “önceki” yaşamına dönüveriyor. Bu gündüzün göz alıcı parıltısının körleştirdiği nokta mıdır? Yoksa “bir başka erken gecenin arefesinde mi duruyoruz?” Ya doğacak günün ilk ışıkları nerede?
Mevcut, görsel olanın tevehhüm edilen hakikat’in [ya da öz’ün] temsili olduğu sahtekarlığıyla beslenir. Görsel şiir bu hesabı bozmaya yürür. Hakikat [ya da öz] biçimsel olamaz, biçimlendirilemez. Görsel şiir biçimsel olana bağımlı değildir, lakin derdi biçimsel olanı yok etmek de değildir. Onu hareketin kaynağına çekmektir.
Düşüncenin nefesini kesen sorularla karşı karşıya iken, genelin soluk kesici boşluğuna dalıverilirse nefes darlığı çekmek kaçınılmaz olur. Genelin sağduyusu “somut yarar”da ısrarcıdır. Somut yarar’ın “çok biçimli gerçekleri” vardır ve bu insanda “güvendelik” hissi doğurur. Bu “ortak akıl” tüm sivil, serbest, hayta ve şen sıyrılışların üstüne düşmüş; kımıltısız, dehşet genşemiş, hantal ve devasa yaratıktır. “Yaklaşık olarak, yanlışlıklar, yaklaşımlar”ın cingöz ifriti ise, onun zekaları yakalamaya teşne bir yardakçısıdır.
Hiç düşündünüz mü; ya bir çocuğun kabusunda [veyahut bir korku filminde ha] küçücük bir kürenin [veyahut çatılı küçük bir evin], ola ki bir misketin içinde debelenip duruyorsak. Kim bilir? [Aslında amma şenlikli olurdu. Bize şen hakikat lazım.]
Hasbel kader hakikati söylemeye kalkışmışken yalan söylemekten korkup susan birini tanıyor musunuz? İşte; -belki bu susuştan sonra konuşma başlayabilir. İsa’nın konuşmasına başladığı yer, Meryem’in sustuğu yerdir.