Birkaç zamandır, eleştirmenlerin ya da eleştiri/tanıtım yazıları yazanların, mesailerini harcadıkları kitaplar hakkında yazıyorum. Yazıyorum çünkü, bu kitapların neden öne doğru çıkarıldığını merak ediyorum. Yazılanlara göz attıkça ve ciddiye alınması gereken tek sorunun, şiir kamusu üstü bir soru olduğunu düşünüyorum. O soru, aslında şair de bir insan olduğu için, doğrudan insanımızla ilgili. Sosyolojik ve bir o kadar da psikolojik bir soru çıkıyor ortaya.
Burada, biz, kurduğumuz devlet ve o devletin bizi, belli bir yaşa kadar getirmesi gereken kurumları (başta aile) ile bir bütünüz. Şairleri değil, bizzat bizi, sokakta gördüğümüz ve ortalama 4 yıl eğitim almış olması olası herhangi birini düşünün..
Oysa günümüz şiiri, şairi, en cafcaflısı, en öne çıkarılanı, senden, benden fazla bilemiyor kendisini ifade etmeyi. İşin en acı tarafı, şiirin, bir noktadan sonra, "ifade edememe" sanatı haline dönüşmüş olması.
Dürüst olmak gerek. Bu şiir kitaplarının, bu şairlerinin bize, kent hayatının en debdebeli zaman-mekan dalgalanmalarına kapılmış insanlarına önerebileceği tek şey var: durmak.
Modern kent karşısında geri kalanlar
Durmak ve onu dinlemek. Ama bunun için gerçekten zaman ve mekan var mı? O mekan şiir kitabının içi mi gerçekten? Yoksa şiir kitabından dışarı fırlaması gereken "duygu-vektörü"nün bileşenleri mi?
Herşeyin, dikkatimizi ve ilgimizi ve aynı zamanda mevcudiyetimizi ve paramızı istediğini, bunun için sürekli kod ve mesaj ürettiğini bildiğimiz bir anda, neden acaba, bir fazlasına daha katlanmamız gerekiyor? Tuna Kiremitçi'nin iddia ettiği gibi "insanlaşmamız" için mi? Oysa insanlaşmamızı sağlayacak, daha birçok yol da öneriliyor. Şiirin arkaik bir tanımı varsa, onun, en azından "insanla ilgili" olduğu üzerinedir. Oysa hangi insan?
O insan, sokakta şiddet ehlidir, şiddet bağımlısı, kural tanımazdır, hiç kimseyi, kendi bedeni ve kan bağı olduğu kişileri bile öfkesinin kıskacından çekip alamaz, ama her ne hikmetse, güçlü gördüklerinden it gibi korkar. Çünkü başka türlü öğrenmemiştir.
Günümüzde, insanımızdaki öfke "geleneksel" tabir edilebilecek ne varsa, onları hükümsüz kılmak üzere çalışıyor. Son 30-40 yıldır biz, insanlarımızı "durumlar-arası" fazlarda yetiştirdik. Dünya hiç bitmeyecekmiş gibi çıkarının peşinde, ama yarın ölecekmiş gibi de futursuz bir insan yarattık. 3. sayfa haberlerinden tanıdıklarımızla, sokakta, köşebaşında, ıssız bir yerde ya da otobanda gördüklerimiz arasında hiç bir fark yok. Ona, insan olmayı öğretebileceğimiz hiç bir korkutucu güç kalmadığında, örneğin şiddete başvurduk. Dövdük, işkence ettik, parasız, aç, susuz ve çaresiz bıraktık.
Yanlış yaşam doğru yaşam
Ancak şikayet edebilen ve bunu aklileştirebilmiş bir birey yaratabildik. Herşeyimiz yanlış ve durumumuzu ifade edebilecek tek laf da bir şaire ait: "Yanlış yaşam, doğru yaşanmaz."
Şairlere, özellikle öne çıkarlan şiirlere dikkat kesilmekteki amaç bu: Ne öneriyorlar bize? Öyle sanıyorum ki, görsel şiirdeki insansızlık vurgusu, bir türlü anlaşılamıyor. Bir çok şair/eleştirmen, sağda solda, görsel şiir ile ilgili yazarken, oradaki "şair" eksikliğinden yakınıyorlar. Onlara göre, bu insanlar arasındaki iletişimin fazı, yani şiiri belirleyen şey, o dile mahkum kalmak.
Sahibinden SatılıkAhmet ErhanEverest Yayınları Ortalama bir adamın, bir vatandaşın hayatını yaşamak belki, adı Garip olan şiir için bir yenilikti. Fakat bugünkü gündelik, gündelik olarak bildiğimiz eylemlerin hepsi, çok daha zorlayıcı, çok daha baskı altına alıcı ritüellerden oluşuyor. Bu ritüeller, birbirine siyaseten değil, tamamen başka yollardan bağlı. Simge/kod üretimi ile örneğin Ahmet Erhan'ın "Sahibinden Satılık" ismini verdiği kitabı ya da herhangi bir emekli taksicinin klinik öyküsü üzerinden açıklanamıyor. Taksici ya da memur ya da çöpçü ya da bakkalın, giriştiği, deneyimlediği yaşamın boyutu, hepimizin paylaştığı ve maruz kaldığı şeyleri, ancak ve ancak parodileştiriyor.Başarı Öyküsü Eksikliği
Siyasi göstergelerin çoğunu, gazetelerin manteşlerini, partileri ve rejimi düşünün. Bunların içinde eksik bir şey olarak "insan", sanki 3. sayfada endam etmek üzere icad edilmiş bir nevî robot gibi değil mi? Siyasi analizler, o büyük gösteriler, o kavgalar, maçlar filan bunları düşünelim. Oradaki insanlar, bir tek insana, bir tek duyguya, bir tek anlatıya sığıştırılıveriyorlar. Hepimiz, kendi anlatılarımızın üzerinde, bambaşka bir anlatının sınırlarının ve baskılarının bizi nasıl nefessiz bıraktığını hissetmiyor muyuz? İşte, o, hergün kötürümleşen sosyal hayatımızın, gündeliğimizin, aşklarımızın ve cinayetle noktalanan "muhabbetlerimizin" üzerindeki anlatı, tam da Postmodernin Büyük Anlatı'sından başka nedir ki?
Samimi olmak gerekirse, çoğu kez postmodernizme, modernizme olduğu kadar kuşku ile baktım. Fakat sonra gördüm ki, işin sırrı Olin'deydi. Birileri postmodernizmden hiç hazzetmez memlekette. Bunlar, ne kafasız, ne kalın kafalı, ne cahil adamlardır, ne ısrarcılardır, ne kötüdürler. Oysa, adı post-modernizm olsun, höst-modernizm olsun, argümanlar üzerinden düşünüldüğünde, örneğin AB temsilcilerine ülkenin statükocu partilerinin gösterdiği tepkileri düşündüğümüzde, Batı Büyük Anlatısı'nın nasıl ayaklar altına alındığını görebiliriz, öyle değil mi?
Postmodern ya da höst-modern
Bu, tam da postmodern duruma denk gelir. Düşünün, yıllar boyu çevrilen o kitapları, o Hümanizma geleneğini, okuduğunuz M.E.B. klasiklerini, Voltaire'leri, Hugo'ları, Descartes'ları, Yunan Klasiklerini. Onların, cisimleşmiş hali olan Avrupa Birliği Projesi'ne 50 yıldır, girmek istememize rağmen, en ufak eleştiride siyasi atardamarlarımızda akan şey, birden modernizm-öncesi bir tepkiler silsilesine dönüşüveriyor.
Düşünelim, refah seviyemizin geldiği nokta bir başarı mıdır yoksa bir başarısızlık mı? Bugün çok şikayet edilen şeylerden biri örneğin "yabancı dil" konusu. Onca muhafazakar iktidar geldi geçti, neden acaba biri, buna dur diyemedi? Bunları sorguladık mı? Yoksa "kim şampiyon olur?" sorusu ile "o ihaleyi biz alsak" derdine mi düşüverdik?
Şiirin açmazları
Görsel şiir yeni bir okur, yeni bir insan arıyor aslında. Belki çabalarımızın hepsi, 'konvansiyonel' şiirin bizde 'farkındalık' duygusu yaratamamasından ya da bu farkındalığı illa ki bir kaç çeşit tür ile sınırlamasından kaynaklanıyor. Örneğin Ömer Şişman'ın "sahipsiz bir z raporu" şiirinin kuşağının diğer şairleri tarafından bir türlü anlaşılamaması bu türden bir sıkışmanın ürünü. "Zehra sahipsiz değil üç jeneratörü oldu" başlıklı bir haberden yola çıkılarak yapılan bu şiir, ne insanca, ne de şiirce bulundu (şiirin hikayesi şurada). Hatta dalga bile geçildi. Halbuki altta yatan hikaye/haber, içindeki insansızlık fazı ile birlikte çalıştırılığında, şiirin, bildiğimiz anlamda şiirin, bunu "daha dramatik hale" getirmekten başka çaresi yok. Bu çıkışsızlığı insanların anlaması neden bu kadar zor? Zehra'nın ya da Jeneratör'ün kahraman olduğu birkaç tema (özgürlük, sevgi, nefret, ölüm vb.) ile bildiğimiz anlamda 'dizeler'den oluşacak başka türlü bir şiir, gerçekten hikayenin binlercesi arasından çıkıp, algı eşiğimizi zorlayarak, onu bir şekilde bozarak önümüze bırakabilir mi? Altalta binlerce kez dizilmiş o satırdan şiir olarak bahsedebilmenin yolu, altındaki anlatının şifrelerinde gizli belki. Bu şairin, belki de binlerce kez, o şiire başlamak istediğini, ama göstergelerin acayipliklerinden kendisini bir türlü alamadığını da göstermez mi?
"Doğa, hüzün, çocuksuluk, aşk ve toplum, bu şiirin vazgeçilmez kaynaklarıdır." diyor Orhan Kahyaoğlu, Ahmet Erhan'ın kitabı için. Kitabı okuduğunuzda, muhtemelen her tür amansız hastalık teşhisi konmuş bir adamın, acı çeken ve her ne hikmetse "artık yazamam, şiir söyleyemem herhalde" diye endişlenen bir şairin ruh halleri ile karşılaşıyorsunuz. Devam ediyor Kahyaoğlu, Ahmet Erhan Şiiri denen birşeyin açmazlarını sıraladıktan sonra: "Akdeniz lirizminin acı yüklü ruh halleri, bu ‘kentli’ şiirin de içine yedirilmiş. İç konuşmalar kadar, ilginç bir görsel tablo kesitleri de çoğu şiirde ön planda." Evet aynen böyle Ahmet Erhan'ın şiiri. Herşey, neredeyse pornografik bir acı çekme hali ile birlikte. Bunlar, ne felsefî kıvranmalar, ne de düşünsel boyutta insanla kurulan ilişkiyi ya da ilişkisizliği anlatan travmatik şeyler. Birkaç hatıra, birkaç kent ismi, birkaç düzgün dize ve bunların arasında algı eşiğimizi durmadan ehlileştiren, Erhan'ın acı çektiği şey ne ise, onu kara kara düşündüren bir kurgu. "Gündelik hayata ilişkin, hüzün yüklü, kırılgan tablolar bu şiirin yenilenmesinden çok aynılaşmasını çağrıştırıyor." diye devam ediyor yazı.
Başta bahsetmeye çalıştığım gibi, şiirin, söylem alanı olarak kendisine seçtiği yer, zaman ve mekan tanımaksızın tekrarladığı klişemsi şeylerin, Türkiye'de ortalama herkesin başına gelebilecek şeylerin bir tablosu gibi. Hepimiz aşktan acı çekiyor, hayata tutunamıyor, iletişim kuramıyor, mahzun, sessiz ve bozuk bir varoluşu, yanlış yaşamlarımızın acı silosu ve dinamosu olarak görüp, aşırı sıradan bir hayatın eşiğinde, bizim gibi olanlarla, sınıfsız ve sınırsız bir hüznü paylaşıyoruz zaten. Başarısız olmamamamız mümkün değilken ve tanımasak da, tanıştığımızda duyacağımız "yaşamöyküsü"nün tüm detayları az çok belli iken, neden eğişimiz, algımız, kültürümüz ve yeni şeyler öğrenme isteğimiz şiir tarafından böyle törpüleniyor?
Umudunu kaybetme, ama kusura da bakma
Şiirin "şaşırtma", "hayrete düşürme" gibi de bazı özellikleri vardı. Onlara ne oldu? 80 Kuşağı, yalan yanlış bir 68'den çıkarken, gerçek bir trajedinin eşiğine düşmedi. Örneğin, 80'leri yaşayan bazı memleketlerle karşılaştırıldığında, biz, ne 60'ları, ne 70'leri ne de 80'leri "kahramanlar" üzerinden tanımadık. Modern Sanat'a yaptığımız gibi, onunla yüzleşmedik, sadece "atlattık". Ya "mahzun"lardı, ya "madum" ya da düpedüz "kazanan" ya da ölü, yoktu bir trajedileri. Siyasî olarak can türünden ödenen bedelleri, bir türlü düzgün bir faza taşıyarak, aşamadık. Yapabildiğimiz tek şey, "hüzün ki en çok yakışanadır bize" deyip, aradan sıyrılmak oldu. Oysa, The Pursuit of Happyness (2006), kendince Amerikan Rüyası ile birlikte Amerikan Kabusu'nu da Chris Gardner üzerinden anlatmaya gayret ederken, bizimkisinin tam tersi bir toplumsal kuruluşta, aç-bilaç kalmanın nelere kadir olduğunu, akrabalık ve tanışıklık ilişkilerinin tükendiği, o durmadan bireyleşen, durmadan kapitalistleşen ülkede, nasıl ayakta kalınabileceğini göstermeye de çalışıyor. Bunu yaparken, karakterin acı çekme eşiğini, "herşeye rağmen ayaktayım"dan, "ayaktayım, çünkü herşeye rağmen başarıyorum"a çeviriveriyor. Ne kadar abartılırsa abartılsın, filmin, duygusal altyapısı, hiç bir zaman "evsizim, ama çaresizim"e düşmüyor. Evsizlik, bir sosyal durum. Batı ülkelerindeki sosyal devlet anlayışının kapsayamadığı şey yok gibi görünse de, o iddianın karşısındaki anti-tez olarak "başını sokacak yeri olmamak" değil tam olarak (Örneğin konu ile ilgili Wikipedia maddesi). Bambaşka bir durum. Sokakta yatıp kalkmadan, aslında toplumun kazandıklarından pay alamamaya, hiç bir hakkı olmamaya, giderek siyasi olarak "vatandaş" sayılmamaya gidiyor. Evsiz kalmak, bizim anladığımız anlamda "birey"liğin bittiği yer değil, tam anlamı ile başladığı yer The Pursuit of Happyness'te.
Biz ve onlar diye karşılaştırmak elbette ki yeterli değil. Örnekler çoğaltılabilir ama "sıfırdan başlamaktan" bahsetmiyoruz burada, "sınırdan başlamaktan" bahsediyoruz. Son 20 yıldır düşünelim, gerçekten bize böyle bir hissi veren, küstahlaşmadan, kibirden uzak durarak, ne olduğunu anlamış, kötülükten, kendi başına olmaktan, karşı tarafı inim inim inletmekten, nefretten filan azade, kendi reçetesini, kendi bulmuş ve bunu dürüstçe paylaşabilen bir "anlatı" yakalayabildik mi konvansiyonel şiirde, sinemada, öyküde, romanda, dizide? Başarılı olarak gördüğümüz kişiler, aynı zamanda kendimize örnek aldıklarımız ise, aşağı yukarı nasıl bir dünyada yaşadığımızı kestirebiliriz.
Sonuç
Sonuç olarak sadece soruları, baştan beri kafamı kurcalayan soruları yazmak kafi gelecektir.
a) Elimizdeki "araçlar" nelerdir? b) Bunları kullanırken, kendimize ve kendimizce ne yapabiliyoruz, ne kadar özgürüz? c) Yaptıklarımızı ne kadar açıklayabiliyoruz? d) Açıklamalarımızı kime, ne şekilde duyurabiliyoruz? e) Her yöntemi kullanmakta ne kadar özgürüz? f) Bizi, biz yapan, yöntem mi, içerik mi?