[w:Walter Benjamin] XIX. Yüzyıl'ın Başkenti Paris isimli metinde17, Yeni ile Eski arasına üretim biçimini sokarken, bundan etkilenen kenti ve onun sanatçısının ruh halini şöyle tasvir eder:
"Yeni üretim aracının biçimi -ki başlangıçta henüz eskisinin biçiminin egemenliğindedir (Marx)- kolektif bilinçte yenin eskisiyle kaynaşmasını gösteren imgelerle örtüşmektedir. Bu imgeler özlem imgeleridir, kolektif bunlara dayanarak toplumsal ürünün *hamlığını* hem ortadan kaldırmayı, hem *nura* boğmayı amaçlar. Yanı sıra, bu özlem imgelerinde kendisiyle eski arasında -oysa eski burada, daha dün geçerli olan demektir- bir karşıtlık yaratma yolunda kararlı bir çaba gibi görülür. Bu eğilimler *hızını yeni'den alan* imgelemi *çoktan-geçmiş'e* yöneltir. Her dönemde bir sonrakini gözler önünde *resim gibi canlandıran* düşgücü, geleceği tarihin ilk çağlarına ait öğelerle, yani sınıfsız bir toplumun öğeleriyle kaynaştırır. Kolektif bilinçaltına *yığışmış* olan sınıfsız toplum deneyimi yeni'yle iç içe olarak, kalıcı yapılardan gelip geçici modalara kadar hayatın bin türlü görünümünde izini bırakan ütopyayı doğurur."
Aynı şehrin sakini bir başka şair ise, o kentte bir günü şöyle tarif eder:
"İğrenç yaşam! İğrenç yaşam:! Günü özetleyeyim: Bir çok edebiyatçıya rastladım, biri de bana Rusya'ya kara yoluyla gidilip gidilmeyeceğini sordu (kuşkusuz Rusya'yı ada sanıyor); bir derginin yönetmeniyle uzun uzun tartıştım, yaptığım her itiraza karşı şu yanıtı veriyordu: "Burası dürüst insanların yeri", sanki öbür gazeteleri namussuzlar çıkarıyor; yirmi kadar insanla selamlaştım, on beşini hiç tanımıyorum; sağa sola, hepsi de aynı tutarda olmak üzere yirmi toka dağıttım; hem de eldiven satın almamak gibi bir gaflette bulunarak; yağmur yağıyordu, zamanı öldürmek için bir fingirdeğin evine gidip ona bir Venüs giysisi çizdim; bir tiyatro yöneticisinin gözüne girmeye çalıştım, adam beni kapı dışarı ederken şunları söyledi: "Z'ye başvursanız belki iyi olur; yazarlarımın en eli ağırı, en aptalı ve en ünlüsü odur, ikiniz bir araya gelirseniz belki bir şeyin sonunu getirirsiniz. Ona gidin önce, sonra duruma bakarız"; hiç yapmadığım birçok iğrenç şeyi yapmış gibi görünüp (bilmem neden?) övündüm ve -kendimi övme, karşımdakini övüp saygı gösterme gibi- seve seve yaptığım bazı berbat şeyleri de, alçakça, yapmadığımı söyledim; bir dost benden basit bir şey istedi, yan çizdim, budalanın tekine de tavsiye mektubu verdim; öf be! Bitti mi?"18
Baudelaire'in bir sonraki paragraftaki isteği ise, gecenin karanlığında, "insanların en sonuncusu olmadığını kanıtlamak için birkaç güzel dize" yazabilmektir, şöyle der: "Sevdiklerimin ruhları, şarkısını söylediklerimin ruhları, güç verin bana, dayanak olun bana, yalan dolanı ve dünyanın ayartıcı buğularını uzaklaştırın benden ve sen ulu Tanrım, birkaç güzel dize üretme bağışını esirgeme benden, küçümsediğim insanlardan aşağı olmadığımı kendime kanıtlayayım!" Hız baş döndürücüdür. Bir sanatçı, bir şair, bunca kozmopolit bir şehirde, bir gününü anlatırken bize en sonundaki "öf be! bitti mi?" sorusunu sorar. Daha bitmemiştir, daha bir kaç güzel dize de üretilecektir, eğer tanrı bahşederse bunu. Baudelaire'de görülen tam da Benjamin'in üzerine basa basa söylediği üretim biçimlerinin eskisiyle kaynaşmasının yarattığı imge'ye götürür bizi19. Şairin, ancak gecenin birinden sonra (ki burada aydınlatma olanakları ile gece şimdiki gibi aydınlık bir gece değildir, gece şairin özerk alanıdır o sırada, henüz) üretmesini sağlayan bir kenttedir. Burada bir dergi yöneticisi (ki bir çok dergi çıkmaktadır), Rusya hakkında soru soran başka biri (kimbilir hangi gazetede ya da yerde Rusya'yı yani neredeyse Dünya'nın öbür ucunu) merak eden başka biri, selam verilen ama yarısından çoğu tanınmayan insanlar, "fingirdeğin" biri, sanatın başka bir alanı olarak tiyatro yöneticisi ve onunla hiç de "samimi" olmayan bir konuşma. Daha önce daha özerk bir alanda, daha kısıtlı bir alanda yaratan şair, artık "kalabalıklarla yıkanmayı" öğrenmektedir (kalabalıklar, a.g.e). Kalabalık kimi zaman sınıfsız bir "yığın" hissini verse de, ona yakından bakmak ve onunla zaman geçirmek, her birine ayrı ayrı sunacağımız suratlar ya da tavırlar belirler bize. İki yüzlü bir kent yaratığı çıkar ortaya (Ahmet Oktay’ın deyimi ile sınıfının adamı olduğunu reddetmeyen biri), birinci yüzü hem saf hem de edilgen bir mutlulukla kendisinden önceki o zarif zamanların, insanların birbirine saygı gösterdiği o eski zamanların fikri ile doluyken, ikinci yüz, bunca kalabalıklar içinde insanların varlığı karşısında kendine göre taktikler görünen ve birinci yüzün faydasızlığını görmüş, fakat kendine yöneltilen birinci yüzlere, "eldiven almayı unutarak" ikinci yüzü, eldiven aldığında ise, birinci yüzü -ancak bir tokatla- sunacaktır. Fakat bu iki yüz, kendi estetiğini ve esin perisini de arayacaktır yaratırken.20
Şunları söyler şair:
"Git başımdan bilgiç esin perisi! Eteğini sakınan yaşlı karılarla işim yok. Özden, kentli, yaşamı bilen periye sesleniyorum ben, gelip yardım etsin bana, köpekceğizler için, yardımcısı yoksulun ve ona kardeş gözlerle bakan şairin dışında herkesin vebadan kaçarcasına, bitten kaçarcasına kaçtığı zavallı, kir pas içindeki köpekler için bir şarkı yazabileyim".21
Hız, eski (evrensel utku) ile yeni (gelip geçici/moda) arasında kütlesini kentin tüm yüzeyinden geçiriyor. Bu muğlak kütle, kent insanının ya da sanatçısının, sınıfsız bir toplumun özlemi ile yanıp tutuşan ülkülerini ve esin perisini zedelerken ona, bir arayışı da bağışlıyor. Gecenin birinde, üretime geçen şair (çalışan makineleri, kapitalizmi ve endüstrisi ve sınıfları ile gündüzün Paris'i) tüm bu yığın'lar arasında kendine yakın olanı arıyor. Bir özlem imgesini, gördüğü ve kendine benzettiği soysuz, köksüz ve aşağılık bir köpeğe yöneltmek istiyor olanca tutku ile.22 Öncesinde erdemin ya da güzelliğin (skolastik dönemin mükemmel dairesinin) yerini "bitten kaçarcasına kaçılan" zavallı köpekler alıyor. Daha sonraları Bataille'ın Rahip C.'sine kadar gidecek olan bu "pisliğin mitolojisi", "grotesk'in inadına icadı" kendisine o günlerde Lötremon'u, Sade'ı, Nerval'i yaratıyordu az çok. Lötremon'un ilham için mezbahalarda gezdiği, Sade'ın ise felsefesini "olağan" bir iğrençliğe dayandırdığını söyleyebiliriz.23
Baudelaire'in Paris Sıkıntısı kitabından 60 yıl önce, 3 haziran 1835 tarihinde "Pierre Riviére Normandy'de Calvados bir budama satırını aldı ve annesinin, kız kardeşinin ve erkek kardeşinin yaşamlarına acımadan son verdi. Olay belirsizliklerle çevrelenmişti; bölgede budala olarak bilinen Riviére, duruşmasını beklerken muhteşem güzellikte meydana getirilmiş bir dökümünü yazdı; avukatlar ve tıp adamları Riviére olayında hafifletici nedenler ve delilik kavramları üzerine tartıştılar ve dahası, bütün bu olanlar gidişi; aynı yıl Fieschi'nin Fransızların kral-katili ve ana-baba katilini özdeş saymaları temelinde dava üzerinde olağan dışı siyasal etkilerin doğmasına neden olan Louis-Philippe'nin saldırısından etkilendi."(3) Aslında dipte ya da "konuşamayanların ya da sessizlerin" tarafında işler hiç de değişmiyordu. Adı geçen kitapta Foucoult ve çalışma arkadaşları, basit bir delinin ya da budalanın, köy yerinde olağan(laşan) cinayetlerden birini işlediğini değil, kökeninde Fransız Devrimi sonrası değişen yönetimin ve aslında sadece el değiştiren toprakların ardındaki o acı "canavarlaşmayı" ve aydınlanma doktorlarının, yargı sisteminin (iktidarın) bunları nasıl çaresizce izlediklerini ortaya sermiştir. Bu trajik olayın ayrıntılarından biri ise, 1789 sonrası açısından olayları değerlendiren yazılardan birinde geçen bir paragraf:
"Artık paranın soyut şiddetine boyun eğmiş bir dünyada, köylü ve onun benzerleri, işgalden sonraki yerli sadece iktidar sahiplerinin zıttı olarak tanımlanıyordu(...) Eski rejim altında hemen hemen bir hiçti (kulluğun mutlak derecesi, ama gene de bu statüsünde tanınmış olarak). Burada, kendisini sözleşmenin cenderesiyle (ekonomik ilişkiler ağına olan kendi ilişkisiyle) tanımlamaya son verir vermez insanlıkta da hiçbir şey olmadığı ortaya çıkmıştır. Bu durumda ona kalan tek seçenek, değerlerin tersine çevrilmesiydi. İnsan doğasının sınırları hakkında soru sorma fikri, sadece sosyal ilişkiler ağında dışlanmış olanların aklına gelir."
Foucault ise Rivéiere'in metni üzerine yazdığı "Cinayet Söylenceleri" isimli yazıda, metin ile cinayetin, birbirleri ile olan sarmal ilişkisini, Rivéiere'nin kendini yasalar tarafından affedildikten sonra bile mahkum sayıp intihar etmeden önce bıraktığı anlatı için şunları söylüyordu:
"Bütün bu anlatılar, içinde yöneticileri olmayan, tersine vahşi ve halka malolmuş olaylarla dolu bir tarihten, iktidar düzeyinin aşağısında, yasayla ezilmiş bir tarihten bahsediyordu.24" (5)
Foucault'ya göre Rivéiere kelimenin her iki anlamında da "author"dur. Hem cinayetin yazarı hem de metnin yazarıdır. Bu anlamda ediminin/metninin ortaya çıkması arasındaki paralellikler, pişmanlık duyulmadan, soğukkanlı bir şekilde anlatılan/işlenen cinayet/metin iç içe geçerek, yasaya bağlı, siyasi/merkezi bir cinayet'in şerefli, ahlaklı edimini ve gerekliğini, didaktik bir şekilde anlatan değil, tam tersine, o tarihsel bağlamda, bildiği tüm bilgileri kendi edimi için ortaya seren, "süssüz" bir anlatıma/edime götürüyordu Rivéiere'in anlatısını. Bu da İmparatorluk adına "ölmek/öldürmek" dışında, tam da tersi tarafta, "ölmek/öldürmek" tarihi anlamına geliyor.
Foucault şöyle der:
"Rivéiere'in anlatı/cinayetini hazırlaması işte bu yeraltı savaşı temelindeydi ve bu yeraltı savaşı aracılığıyla anlatı/cinayeti ve fedakarane ve şanlı cinayetler tarihi arasındaki iletişimi sağlamıştı ya da daha iyisi, kendi elleriyle tarihi bir cinayet gerçekleştirmişti." (6)