Kanonik olmadığı iddia edilen edebiyatımız ya da şiir sanatımızın tek kanonik tarafı, kanonik olmadığı konusundaki durmadan tekrarlanan eleştiri olmuştur. Bu bağlamda, kendisine sürekli müdahale edilme gücünü de olumlamıştır.
Enis Akın Defter dergisinde yer alan “Bir Erdem Olarak Kekeme Büyük Türk Şiiri” isimli yazısında parapraksi üzerinde durur ve şunları söyler: “...bu yazıda iddia etmek istediğimiz görüş, şairle şiir arasındaki ve şairin şiiriyle yaşamı arasındaki ayrılığın bazen zıtlık sınırında yaşanmasıdır.
(...)iddialarımızın omurgasını oluşturan bu zıtlığa göre hayat karşısındaki beceriksizliklerden çok iyi bir şiir çıkartılabilir.” (aslında burada katalepsi de işin içine girebilir, çünkü protezin duygusuz işlevselliği bu anlamda hareketi değil, sadece organın akıldışı hareketini, mekaniğini anımsatır.) Kekemelik, hem bir genel konuşma bozukluğu hem de hareketlerdeki bozuk olarak hem psikoloji alanında hem de ideolojide izdüşümleri olan bir kavramdır ve Akın bunu iki yönde kullanır. Birincisi “verili saygınlık kalıpları” dediği, benim ise bunu Poetik Doğruculuk olarak karşıladığım şeyin dışında bir şiirin olanaklarını barındıran deneysel şiirlerdir bu şiirler, ikincisi ise “hayattaki bir tutukluğu, bir sakatlığı, bir arızayı, bir ‘endişe’yi aktarmak için kurulmuş şiirlerdir.” Yüzey şiir, kekemeliğin doğal aksamalarını ve ruhsal bozukluklarını iki yönde aşırılaştırır. Birincisi ara-sıra-bilinçsiz bir müdahale olarak kekemelik, burada yerini sürekli müdahaleye (Virilio’ya göre pikolepsi) bırakır –ki bu tür müdahaleler ‘verili saygınlık kalıpları’ ya da ‘poetik doğruculuk’ adına yapılır, ikincisi poetik doğrucu gördüğü metinlerdeki söz öbekleri ile şiirinin aksayan yerlerini o sürekli müdahale ile değiştirir, kimi zamanlarda bu ‘alıntı’ tekniği ile meşrulaşırken, bazen de direk olarak ‘intihal’e giden bir ikamedir. Aslında Orhan Koçak’ın karmaşık denklemi içinde değerlendirilmesi gereken şairin şiiri, hem bir yalan-dolan/kurgu içinde dolaşması, hem de hakikat’lerin özellikle görüntülerden beslendiği, gerçekliğin bile kendisi ile verili değil, teknik bazı imkanların dahilinde algılanabildiği buna rağmen hayatlarımızı etkileyemediği bir alanda kendisi ile ilgili samimi bir dil/söz öbeği sunmaya çalışması ile meşruluğun en zor yerinde durmakta.
Elbette ki Üslup denen şey Koçak’ın da belirteceği gibi “modern çağda genellikle bir yazarın kişisel özelliklerine, mizacına, vazgeçemediği bazı yazı ‘tiklerine’ eşitlenmiş” ise burada şairin her türlü ruhsal durumu, sosyal konumu, başarısızlık ya da başarı olarak kabaca özetlenebilecek hayatı da bu Üslup içine yerleştirilebilecektir. Belki de Eski şiirdeki Üslub-u âli (Yüce/Sublime) Büyük Şiir denen şeyi karşıladığı ölçüde, son günlerde özellikle bu tür bir şiirin olanakları üzerine durulmakta (Hilmi Yavuz sonrası genç şairler: Bahadır Bayrıl, Baştuğ, Can Bahadır, Ali Hikmet Yavuz, son olarak Baki Ayhan T.’nin akademizme dayandırdığı Soylu Yenilikçi Şiir iddiası, onlardan önce bu yola ayak basan Reklamcı Şairler, Haydar Ergülen, Yeni Bütüncüler, Lirik şiir yazdıklarını iddia edenler vs..).
Benim Yüzey Şiir dediğim şey, grotesk ya da bayağı bir dünya içinde, şairin yüzeyde tutmaya çalıştığı bir öğrenilmiş söz öbekleri zincirinden, zamansız gibi görünen, aşırılığını estetikten ziyade temalarındaki uçuculuğa (ve hezeyanlara) dilsel bazı kadim yalanlar uyduran şiirdir. Bu bağlamda, modernleşme deneyimini tuhaf bir siyasal/toplumsal çatışma olarak geçmiş ya da hiç var olmamış gibi alırken, kendi sahte modernleşme deneyimi içinde Üslub’unun gücünü kesintiye uğramamış gibi görünen bir sözlükten alarak, yaşam dediğimiz şeyin gerçekliğine karşı, tamamen entelektüel bir halk şiiri sunar. Bu karmaşık lafları özetlemek için Baştuğ’un Köz isimli kitabında yer alan şu satırlara bakmak yeterlidir:
“Bir suretin var cebimde gezdiriyorum. Bir suretin geziyor zaman içinde. Bendeki suretin adresi. Cebinde suretim. Altın tası dokunuşların. Aslın gözbebeklerinde yüzeye vurması yok mu geçersizleştiriyor sende bende biriken bütün suretleri”
Burada “suret” iki şey için de kullanılmakta. Cepte dolaşan bir fotoğraf belki, bir de “zaman içinde dolaşan” orijinal gövde. Suretin anlamı, “Görünüş, biçim, yazı ya da resim kopyası, biçim yol” olarak verilmiş sözlükte. Suret ile asıl arasında kurulmuş bu dengeli denklem, bize başka ne verebilirdi? Çok cılız bir karşıtlık içinden fırlayan parçanın ana ekseni yüzeyin normalinde yer alması muhtemel her türlü tasavvufi ve mecazi aşk noktasını karşılayabilir. Bu aslında bana göre estetik zevkin bayağılaşmasına giden yoldaki, son çırpınmalardır. Hem dil anlamında, hem de Belagat anlamında. Dikkat edilirse, Köz’de yer alan tüm şiirler bir eksiklik anında ya da tam tersi tamamlanmış bir andan sonra yazılmıştır. Bu –belki de bilerek öteleme- yani yoksunluğun ya da yoksunluk gibi gösterilenin karşısında şairin bilerek aldığı tutumdur. O anın içinde yer alan şair olamamaktadır. Ya da o an içinde ancak o anın tamamını gözler önüne serecek bir deneyimi, yaşamaktan öte yazmaya yeltenmemektedir. Asıl olarak, suret bir şair yaratmıştır ve bu suret Aslına olan aşk’la yazınsal bir asıl yaratmıştır belki de. Bu yalan’ın gücüdür, edebiyatın gücü değil. Gül’ün etinden sütünden dikeninden şiir çıkaran bu tuhaf Neo-Klasizm, yine gücünü anlardan alır, onu çok kartezyen parçalara böler, nesnelerin bozunma/bozulma anlarını tek boyutta ifade eder, böylelikle her zaman sağlam olarak göze sunulacak parçalanmamış bir yüz bulacaktır, Zaman ve Mekan arasında kurması gereken ilişkiyi ölçeği büyüterek anlamsızlaştırır, algılanması mümkün olmayan bir alanda cereyan eden şiir’i yazma eylemi, icat edilmiş bir geçmişin verili ikonaları üzerinden sürüp gider. Testi, merdiven, gül, erguvan, leylak, imbik, söz..Bunların hepsi de McDonaldlaştırılmıştır. Her öbeğin, her nesnenin etrafında dönmesi olası tüm yansımalar ve ikincil göndermeler, birincil göndermeler, simgelerin kapsadığı ses olanakları..hepsi ve hepsi öyle bir yerde birleşirler ki, şairin o an içinde yaşadığına dair hiçbir belirti yoktur..ve tüm bunların hepsini o kadîm sözlüğe ya da icat ettiği gelenek perspektifine yerleştirir.
Burada yalan nosyonunu hakikati bilerek ve isteyerek gizleme değil, çarpıtma olarak alıyorum. Bunun ahlaki bir boyutu elbet vardır, ama şiir içinde yalan, ucunu imge’ye ya da diğer edebi sanatlara kadar götürebileceğimiz bir tekniktir de. “Yalancı” der Adam Philips “nihayetinde, en azından hakikatin ne olduğunu bildiği farz edilen kişidir; kişiyi yalancı kılan ancak ve ancak hakikatin bilgisidir.” Fakat, “yaşanmış”ın teklemeli dili şiirlere nufüz ederken, hiç şaşırmayan şey nedir? Hiç şaşırmayan bir göndermeler bütünü, bizi bir poetik geleneğin en uç noktasında dururken, en geride kalan noktalarını da içerdiğini inandırmaya çalışan ve her halinden yapaylığa bel bağlamış bu şiirin “aldatıcı” olmadığını kim söyleyebilir?
Burada yapaylık, edebiyat malzemesinin en değerli özelliğidir, fakat bir yanda yaşamı üreten şeyin kültür olarak algıladığı ve algılatmak istediği “görüntü” ile geleneğin “kültür” adına korumak istedikleri –hem şairin yaşamında hem de okurun yaşamında- üst üste gelmeyince, yüzey şiir kendini zorunlu olarak gösterecektir. O, sadece görünenlerin görünmeyenlere, görünmeyenlerin de asla görülmemiş olanlara olan üstünlüğünü dile getirecektir ve dile getirdiği andan itibaren kendi doğal yapaylığının kurbanı olacaktır. Çünkü şeylerin özünde (kelime anlamlarında, mitlerinde ya da köklerinde) yer alanlarla, mit olmaktan çıkmış ve toplumun kültür haznesine eklenmiş olanlar, bu anda, yani tam da bu anda, çatışmaktadırlar, buradan bir yarık doğmaktadır. Bu yarık, “bütünlük fantasması” olarak adlandırabileceğimiz (Fatih Altuğ) toplumsal, dilsel, kültürel birliğin sağlanması için zorla oluşturulan “hiper-kültür”ün şimdilik ikame etmeye çalıştığı kelimelerin, dizelerin, göndergelerin, göstergelerin ve poetik tekniklerin hiçbir işe yaramadığı anlardan oluşur. Öyle ki karşılaşılan durum ile üretilen (okunan, yazılan) şiir arasında hiçbir nesnel bağ kurulamamaktadır: ne gülün, ne bülbülün ne de kafesin kendilerini anlatacak enerjileri kalmamıştır. Yüzey Şiir –gelenek yönelimli şiir- tüm enerji seviyelerini tamamen doldurur gibi yapar. Böylece kararlı duruma gelmek için ne bir şey vermeli ne de almalıdır; o bütünlük fantasması kendi kapalı devre şeması içinde hiçbir aksamanın ve eksilmenin mümkün olmadığı, aslında kendisinde imkansız bir deneyimin, sadece yazınsal bir deneyimin içinden konuşur. Tarihin bir palimsest olduğuna inanmadığı gibi, silinmiş bir tarih sayfasından eksik, gedik melodileri önümüze sunar. Ortaya çıktığı ilk anda kendisine gösterge ve metinler-arasılık’ı şart koşmamak için “ortak tarih ve dil” birliğine güvenir. Görüntünün dünyasında, o görüntülerin üst üste bindiği sinema ekranının aldatıcı anlatımına yaslanır ve şairin deneyimi ile dili arasındaki ilişkiyi gelenek lehine “anlamlı” kılar. Burada atılan ve “poetik doğruculuk” adına feda edilen şey, biricik olması gereken şairin yeganelik mülkü olan hatalarıdır. Tıpkı görüntünün bize kendisinin hakikatin görüntüsü olduğuna inandırması gibi, yüzey şiir de yapısının “kadîm” olanın anlamı içinde gömülü olduğuna inandırmaya uğraşacaktır.