Ahmet Oktay ya da Poetika'nın İmkansızlığı

Birincil sekmeler

Mahfil 9'da Ömer Şişman alıntılamış, benim gözüme çarpmamıştı konu. Ömer Şişman 'Etrafında "yanılıyor olamaz mısın?" diyen yok." demiş, ben de diyorum ki, ne zaman oldu ki? İzninizle Türk Şiiri'nin bugünü hakkında söylenen herşey konusunda, küstahça ve protokolsuz bir biçimde cevap vermeyi tercih edeceğim. Ahmet Oktay'ın -ve sanıyorum ki kısmi ideolojik amca olarak onu seçen 'günümüz şair'lerinin bir kısmına da böylelikle sorular sorabiliriz. ve her nedense aklına ilk, aşağıdakiler gelmiş:

- İki üç yıldır bir paradigma değiştirme isteği var şairlerimizde. Yeni bir şey yapalım istiyorlar. Nerede değişiklik yapacaklar? Bunun için de yeni iletişim teknolojilerine umut bağlıyorlar. Somut şiir, görsel şiir gibi şeylerle uğraşıyorlar. Bana kalırsa, yüz yıl önce yapıldı bunlar. Dadaizm'in kuruluşu 1916'dır. 1916'da yapıldı fonetik şiir, optik şiir... Bu nedenle çok olumlu sonuçlar alacağını sanmıyorum genç arkadaşların. Şiiri insansızlaştırıyorlar. Şiirin insansızlaştırdığınız zaman şiir yazmanın bir anlamı kalmaz; başka bir şey yapmak gerekir. İnsandan kopup görsel meselelerle uğraşmaya başladılar. Televizyonun, videonun, sinemanın verdiği olanakların arkasını araştırıyorlar: Nereye kadar gidebiliriz? Her yere gidilebilir; ama hiçbir yere gidilemeyebilir de. Beni korkutan, hiçbir yere gidilememesi olasılığı. Şiirsel imgeyle görsel imge birbirini karıştırmaya başladık. Şiirsel imge ayrı bir olay; görsel imge ayrı bir olay... Bunların arasındaki sınırları yok etmeye başladığımız zaman, edebiyatı yavaş yavaş silmeye başlarız. Edebiyatın temel meselesi: İnsan ve dünyanın değişimine nasıl katkıda bulunurum sorusu. Bir edebiyatçı bunlarla düşünmeli. Ama bugün görüyoruz ki olmaz şeyleri yan yana getirince bir imge yaratacağımızı sanıyoruz. Bunun örnekleri verildi daha önce. Ameliyat masasının üstünde bir şemsiye örneğin. Her ne kadar zaman içinde yeni boyutlar kazansa da yapılmışı tekrar etmenin şairi bir yere vardıracağına da inanmıyorum. Salvador Dali'nin resmini bugün yapmanın bir anlamı yoktur. Yapılması gereken nedir? Bunun yanıtını herkes kendi bilir. Bir öğütte bulunamam. Bunun için tanrı olması gerekir insanın. İnsanı odak alan, insan meseleleri üzerinde yoğunlaşan bir edebiyattan yana olduğumu söyleyebilirim sadece. Türk şairleri, 12 Eylül'den sonra iyiden iyiye politikadan koptular. Bir memleketin edebiyatı siyasetten bu kadar ürkmemeli. Kahramanlık olsun diye söylemiyorum, gerekirse hapis de yatılır. Eğer lafının bir sahiciliği varsa ve onu söylemenin gerekliliğine inanırsa söyler.

Ahmet Oktay'ın cevabında, aslında günümüz şiiri hakkındaki tüm temel klişeleri bulabiliriz. O yüzden satır satır, her bir paragrafa bakmamız gerekiyor.(*)

"İki üç yıldır bir paradigma değiştirme isteği var şairlerimizde. Yeni bir şey yapalım istiyorlar."

Tespit yerindedir, zira Zinhar'ın kuruluşu örneğin 4 yıl öncedir. Paradigma değişikli ise: Sözlü Kültür/Yazılı Kültür ve Basılı Kültür ayrımıdır, açıkça koyalım ortaya. İkinci bir değişiklik de örneğin yapılan şeye "beşinci yeni" değil de, enternasyonal adı ile "görsel şiir" olarak isim vermektir. Yani kendi içimize kısılıp kalmışlık hali hiç yoktur.

Ama kendi açımızdan bakarsak konu paradigma değişikliği değildir, öyle bir imkan olabileceği daha sonra ortaya çıkmıştır. Aslında olayın temeli, siyasi partilerin "kültür sanat politikalarını" kafadan aynı şekilde yazmaya başlamaları ile başlamıştır. Politik olan sanata yer yoktur, uzun zamandır Türk siyasi hayatında. Aynı biçimler, aynı kavram çiftleri ve aynı "mazot" kokularından, aynı başak başlarından başka. Aynı güneş, aynı tezek kokusu, aynı ter, aynı ayak kokusu her tarafta.

"Yeni bir şey yapalım istiyorlar."

Sanıyorum, bu "yeni birşey yapmak" isteyenlerin adlarının belirtilmesi farzdır. Herkes yeni birşey yapmak istiyorsa, o zaman neden kavga dövüş oluyor? Demek ki, öyle "herkes" yeni birşeyler yapmak istiyor olamaz. Ayrıca "yeni birşey" nasıl bir nitelemedir? Örneğin "eski" olan nedir? Yeni'nin yapmak istemekle bulunabildiği bir alan var mıdır sanatta? Sadece istemek yeterli midir? Bana göre birileri yeni birşeyler yapmakla kendilerini yükümlü hissederken, birileri de eskiyi muhafaza etmekten kendilerini alamamaktadır.

"Nerede değişiklik yapacaklar? Bunun için de yeni iletişim teknolojilerine umut bağlıyorlar."

Sorumuz biraz daha cevap bulabilir öyle ise. "Nerede"? Bir "yer", örneğin bir parça değişikliği mi söz konusu olan? Nerede sorusu elbette, lafın gelişi, ama ben ısrarla bunu "sözlük" anlamı ile almak istiyorum. Yenilik yapmak bir şair olsam, "nereyi" değiştirirdim? Demek ki, aslında değişiklik, bir bütün içinde, bir parça üzerinde yapılacak, yapılabilecek bir "değiştirme" işlemi? Yeni = değişiklik demek ki. Birşeyin neresi değiştirildiğinde, yeni gözükebilir? Ya da şöyle soralım, eski birşeyi yeni birşeye çevirmek, dönüştürmek için, "neresinde" değişiklik yapabiliriz, bunu sormamız gerekirdi. Bunu sorduk ve Ahmet Oktay'a göre "yeni iletişim teknolojileri" gibi birşeye "umut bağladık". İletişim teknolojileri pek de yeni sayılmaz aslında ucu 1880'in ortalarına erişiyor. Hatta, malumatfuruşluk da yapayım, örneğin 1865 yılında kurulan ve bugün adı . Telgrafın icad edilişinden neredeyse 20 yıl kadar sonra. O zaman tarihsel olarak "iletişim teknolojileri" ile tanışıklıklarımızın, son 30 yıl ile sınırlı olmadığını, aslında neredeyse 200 yıldır bu işlerle haşır neşir olduğumuzu söyleyebiliriz. Daha önce bahsetmiştim Tüğün'de, "neresi?" sorusunu 1960'larda Sputnik civarında kaybetmiştik (Komarov hadisesi, bkz Tüğün içinde). Soruya geri dönersek, "Nerede değişiklik yapacaklar" değildi soru, "nasıl geliştirilebilir?" idi. "Onarma" değil bu, "değiştirme" de değil, geliştirme (muhtemelen). Elde bazı imkanlar var, şiir adına bu imkanlar nereye kadar zorlanabilir(di) ve elimize geçen şey ne kadar işe yarar olabilir, sürdürülebilir olabilirdi. Burada "iletişim" konusu apayrı bir önem taşımaktadır, çünkü iletişim (communication, communis) kavramının aldığı şekil son 40 yılda şiirin de gidişatını etkilemiştir. Cöntürk'ün çabalarını hatırlamamız kafi. Şimdi sormam gerek Ahmet Oktay'a, Sputnik'in "bip"leri İstanbul üzerinden dinlenebilecekken, neredeydiniz? İşte, biz tam da oradan aldık konuyu. Nerede sorusu, hangi departmandadır, bu açık. "Kim kovulacak?" sorusudur bu, korkudur. (Ahmet Oktay, Metropol ve İmgelem'de bu işlere biraz girişmiştir, Metropolleşme Sürecine Bakış'ta olduğu gibi ama sanıyorum 'enerji kalmamış' ya da 'düpedüz sıkılmıştır'. Her ne ise olan, sanıyorum birebir hipertekst metinlerle uğraşmak için bilgisayar alan Cöntürk' şimdilik öndedir. Aşırı kavramsallaştırma ya da hiper-kavramsallaştırma, bir noktadan sonra "entellektüelizm"e giriyor zira. Metropol ve İmgelem neredeyse baştan aşağı 'bold'larla bezenmiştir.)

- "Somut şiir, görsel şiir gibi şeylerle uğraşıyorlar. Bana kalırsa, yüz yıl önce yapıldı bunlar. Dadaizm'in kuruluşu 1916'dır."

Yakıştı mı şimdi? Bunlar bu kadar zaman önce yapıldı ise, o zaman neden konuşuyoruz, o kadar şairi boşuna mi incelediniz Ahmet Oktay? Türlerin hiç bir önemi yoktur, "somut" şu bu fark etmez. Deneyimleyemediğimiz hiç bir şey umurumda değildir, o açıdan. Türk Şairi ne zaman "plak" konusunda fikir üretmiştir, işte sorun buradadır ya da telgraf konusunda, telsiz konusunda? Batılıların üzerinde uğraştığı pek çok şey var, ama bu "atlattığımız" ya da "hesaplaştığımız" anlamına gelmiyor bunlarla. Dadaizm'in kuruluşu değil, Ahmet Oktay açısından bakarsak "bitişi" işe yarar bir bilgidir (Oh, kurtulmuşuzdur, bu da geçmiştir). Ama bu değil soru, soru "sembolizmin" bitiş tarihidir belki de. Ercümend Behzad Lav'ın S.O.S kitabı mıdır dada, 365 satır mıdır? Yüzyıl önce yapıldı mı bunlar? Nerede yapıldı? Yüzünü batıya, kıçını da doğuya dönüşümüzün yüzüncü yılında, Ahmet Oktay, neden ihtiyaç duyuyor neden bu edebiyata? Burada edebiyat dediğim, tam da 1930'ların tartışmalarıdır, kendine bakamamaktır. Bu "literatürü", söylemi izlemek gerekmiyor artık. Türlere geri dönersek, Manifestolarla iş göremeyen Türk şiiri için, zaten bunlar bir "reçete" işlevinden öteye gidebilmiş midir? Formel bir biçimde, içselleştirmeden uyguladığımız tüm herşey gibi, burada da "uygulamak" ya da "uygulamamak" özgürlüğü bize kalmıştır. Oysa, bu tamamen şiire içkin bir tartışmadır. Dadacılar, aptal ya da deli oldukları için değil, tam tersine kendi geçmişleri hakkında akıl, fikir sahibi oldukları için (bkz. Hausmann) bu işlere kalkışmışlardır. Kent hayatı, modern olanın hayata bu kadar girmesinden sonra, artık "form" konusu şairin bigane kalabileceği bir şey olabilir miydi? Simmel kimdi, Alman köylüsü mü? "Son kertede" biçimcilik gibi kaba saba bir yargı ile tu-kaka edilmiş herşeyin altında, "bize göre" ya da "bize göre değil" anlayışı yatmaktadır. Oysa, burada 'onlar' örneğin Somut Şiirciler değildir, burada 'onlar' geçmişimizin en derinlerinde bakmaya korktuğumuz, korkutulduğumuz 'biçimler'dir. Modernizmi, birincisinde nasıl okuduk ki, şimdi tekrar okuduğumuzda, yepyeni bir okuma ile bakabilelim olanlara? Bu "siyasi" olarak imkansızdır, işte imkansız olan bu 'siyasi olanın' içinde bana, benim gibilere de yer yoktur.

- "1916'da yapıldı fonetik şiir, optik şiir... Bu nedenle çok olumlu sonuçlar alacağını sanmıyorum genç arkadaşların. Şiiri insansızlaştırıyorlar. Şiirin insansızlaştırdığınız zaman şiir yazmanın bir anlamı kalmaz; başka bir şey yapmak gerekir. İnsandan kopup görsel meselelerle uğraşmaya başladılar. Televizyonun, videonun, sinemanın verdiği olanakların arkasını araştırıyorlar: Nereye kadar gidebiliriz? Her yere gidilebilir; ama hiçbir yere gidilemeyebilir de. Beni korkutan, hiçbir yere gidilememesi olasılığı."

Camera Obscura, 15. yüzılda yapıldı, Ars Magna daha eski, Ars Magna'nın kaynağı olan Zayiçe 12. yüzyıl (**). Mukaddime'ye bakarsak, "dinden uzaklaştırılması gereken" bir "fal aracından başka" birşey değil, Leibniz ya da Ramon Lull için ise "harikalar makinası" idi. . Buradan bakmayı teklif ediyorum. Bir fal aracından, bugünün teknolojisine tam sekizyüzyıl var. Birinin tu-kaka ettiğini, terk ettiğini ya da daha fazla geliştiremediğini diğer alıp, daha sonra bambaşka bir şeye çevirebiliyor. "Şiiri insansızlaştırmak" gibi ağır bir eleştiriyi kınıyorum. Siz şiir yazmaktan bahsediyorsunuz bayım, ben bu dünyayı, gördüğüm gibi formüle edebilecek bir yapı kurabilmekten. "Bastırılanın geri dönüşü" gibi bir kavrama altın bulmuş mağribi gibi saldırmak iyi, ama birisi maruz kaldığı, kendisine yapılan bu "hayasız saldırı" karşısında teknolojinin araçlarını kullanarak cevap üretmeye çalıştığında kötü, etkisiz filan.

Yine bir "yer"den bahsediyor Ahmet Oktay. Kısacık cevabının özeti bu: bir yer. Soru bir "yer" sorusu değildir, soru "zaman" sorusudur. 1960'ta Mayıs'ta askeri darbe değildir yapılan sadece, Sputnik'in bipleri de dinlenememiştir o anda. Çünkü "uzam" ile kurduğumuz tüm "anlam" ilişkimiz "uzay-zaman" açısından geçersiz hale gelmiştir. O "olayı" okuyamadık henüz. Dilimiz yetmiyor daha.

Hamiş: Buradan uzun uzadıya, Ahmet Oktay, kimdir, nedir ya da altında yatan sebepler nicedir diye sayıp dökmeyeceğim. Bu türden bir envanteri çıkarmak zaman alabilir, hem de Ahmet Oktay'ı bile şaşırtabilir. Çünkü çoğu kez, yazdıkları şeyleri yeri geldiğinde "oracıkta onarımdan geçirip, hizmete açık tutmak" edebiyat gibi hıncahınç dolu bir lunaparkta, insanı zor durumda bırakabilir. Aslında geleneksel olarak, yepyeni bir kuşağın temsilcisi bir şairin, Ahmet Oktay gibi eski kuşağa bambaşka yerlerden girip, cevap vermesi gerekiyor, ama ben sanıyorum öyle bir şair değilim. Oysa o cevabın zımnî olarak benden öncekiler tarafından verilmesi gerekiyordu. Bu henüz ol(a)mamıştır. Tasfiye için gün sayılıyor, o başka bir konu.

(**) Georgies Ifrah, İslam Dünyasında Hint Rakamları, Tübitak Yayınları

Yorumlar

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 19

‘yukarı’ dedin

Dünya Şiir Günü nelere kadîrmiş! Ahmet Oktay, :

"Şiir, belirsizlikle doludur. Şair, başladığı bir şiir hakkında bir ön düşünceye sahip olsa bile, şiirinin bütününün ne olacağını bilmez. Şiir, bir yerde bilinçdışı ile bağlantılıdır. İrish Murdoch, şiirin “doymak bilmez her yerde oluşundan” söz eder. Evet, her yerdedir şiir.

Şiirsel dil, sınırları iyice belirgin bir şey’in ya da bir duyumun, betimi değil, bir haline geliş’in dilidir. Deleuze/Guattari ikilisinin sözleriyle, şiir “dilin içindeki yabancı dildir”

"Deleuze/Guattari ikilisi" ifadesi bana 80'leri hatırlattı, ikilisi vardı mesela, ikilisi, (aklınıza gelen olursa lütfen yazın).

------------- ~ --------------------