ZİNHAR! Sürüm 2.0

Birincil sekmeler

Serkan Işın

Meseleyi tekrardan ayıralım ve tasnif edelim ve böylelikle kendiliğinden gelip “tasfiye olmak” istiyorum diyenlere de bir yol açmış olalım. Zinhar, Şiir Tarihini üç kaba evreye ayırmaktadır, bunlar:

1) Sözlü Kültür Şiir (insan sesi / dinleyici)
2) Yazılı Kültür Şiir (yazı / okur)
3) Basılı Kültür Şiir (ofset baskı sonrası her şey: hat, ebru, hurufilik, internet, televizyon, kayıt cihazı, video, vcd, dvd, dijital fotoğraf, gövdenin kendisi / çepeçevre izleyici)

Sözlü Kültür ile Yazılı Kültür şiiri arasında “Sözlü-Yazılı Kültür” diyebileceğimiz ve Eski Yunan ve Kırgız’ların Epik Anlatıcısından bugünün “şiir dinletisi günü şairine” evrilen şey bir geçiş alanıdır. Sahnesi elinden alınmış şairin kağıt yüzeyindeki “palimsest”i hunharca harcadığı bu şiir sesi yazı içinde kağıt üzerinde ikâme etmeye çalışmaktadır. Ritm ve/ya prozodi (ahenk) bize göre artık “örneklenebilir” ve “ölçeklenebilir”liği sayesinde güvenilirliğini yitirmiş ve arşivlenebilirliği ile de Tarihsel görevlerini tamamlamışlardır. Bir evrim ya da devrim değildir sözlü-yazılı kültür şairi ve şiiri bir Araf’tır, bir eşiktir. Bu eşik Türk Şiirinin oyuk ontolojik alanıdır. “Trum Trak”lardan sonra bu tür Şiir artık Mümkünlerini tüketmiştir. Buradaysanız, tasfiye için gün sayıyorsunuzdur..

Yazılı Kültür Şiiri ile Basılı Kültür Şiiri arasında bir evre olarak 80 darbesi sonrası şairlerini göstermek isterdik. Ne yazık ki bunlardan sadece reklamcılıkla uğraşanların bu tasnife uygun düşeceğini söylemek geçiyor içimizden. Basılı-Yazılı Kültür Şiiri tipografi/baskı olanakları içinde “sözlü kültür şiiri” uçlarını taşıyan şiirdir. Bir anlamı ile modernleşmeden postmodern (ve kapitalizm) tarafından kapılmış, kapılmak zorunda bırakılmıştır. 1970’lerden beri gelişen baskı teknikleri bu ülkenin medyasını (medya=mecralar, hars’ın hareket hacmının hepsi) Avrupa’nın en modern baskı makinalarına ve imkanlarına kavuşturuyormuşsa, bu 200 yıllık bir manevranın topluma kazandırdığı “tork”tur. Bu torka girip de, şairliğini burada gösteremeyenler de tasfiye için gün saymaktadırlar.

Malzemesine yabancılaşmış şair olamayacağı gibi, şiirin imkanları dahilinde ses, resim, gövde, tipografi kullanmamak bir elzem değildir, bunları kullanmak bir gerekliliktir. Bu ülkenin şairi bilmelidir ki, her türlü “evrensel” hareketin engellendiği bir “gelenekçi/modern” şiir mümkün değildir. Ben(epik), sen(lirik) artık bizim şiirimizde tüketilmiştir. Biz (ethos) ve siz (lirik->ethos) de siyasanın şiirin devrelerine fazla yüklenmesinden aşınmıştır: Elimizde Onlar vardır. O ve Onlar, büyük kent şiiri için yeterli zamir saflarını sağlar ve gösterilenle gösterge arasındaki ilişkiyi sağlıklı kurmamızı engellemez, Biz(ben) ve Siz(sen) dışına, sahnenin dışındakilere uzatır parmağını eğer insanla derdiniz varsa (ki şiirin birinci derecede insan’la bir ilişkisi yoktur).

Basılı Kültür Şiiri, hem şiirin antropolojisidir, hem de bir yorum olarak Yeni şiir’in kendisidir ve bu bağlamda anti-sanattır. Göstergelerin kendilerinden başka şey olmadığı, harflerin, kelimelerin artık altlarındaki ideolojik zemini gizlemediği, “akıp gitmekte” olan ve bu anlamda ritmin (kelimenin kökü Yunan’dan gelir: aşmak, taşmak, ölçüye vurmak, ölçmek) kendisi olan Yüzey’de iş gören bir şiirdir bu. İçinde söz’ü ses olarak, yazıyı grafik olarak ve görsel’i hem ses hem de grafik olarak işlediğinden bir sığadır. Ve tam da bir taşma anıdır. (Basılı Kültür Şiiri Hurufilik değildir, Hurufilik bir kazı çalışmasıdır ve başlangıç için uygundur fakat dolaşıma sokulabileceği bir kültürel sığa olamaz, bugünün şiiri harflerdeki gizemi değil, yaşamdaki ironik mânâyı göstermek zorundadır, her yazı tipi bir zûldûr. Şiirin temel malzemesi sorunu önümüzde dururken, karma biçimlere ve çoğulcu bir şiire ancak ve ancak onun malzeme sorununu da şiirin gövdesi içinde içererek çözebiliriz, Basılı Kültür Şiiri harfleri harflere karşı değerlendirir. Bu bağlamda tam anlamı ile somuttur.)

Şairin artık modernizma’dan doğan ontolojik (varoluşşal) boşluğu ya da tatili değerlendirmesi gerekiyor. Bu elbette maddeci bir bakışın tekrar ve tekrar gönülden denenmesi ise mümkün olabilir. İkincil sözlü kültür’ün (birinci sözlü kültür saldırısı: mikrofona yabancılaşmış her türlü okuma, dinleme nesnesi olarak şiir) saldırısına karşı yapabileceğimiz, kendi eksik fiiliyatımızın hiç tarafını varlığa devşirmenin imkansızlığını kavramamızda yatıyor. Eski Şiirin Rüzgarı dinmemiş bir fırtınadır, bir sıtma fırtınası. Bu sıtma fırtınası kentin bizde yarattığı bir kırma indisinden kaynaklanıyor. Fer ile odak arasındaki Zahiri saçmadır. Zahiri gözün arkasındaki bir alanı imler, yani bir hiçi. Hiç imkanla ya da imkansızlıkla ifade edilemez. Hiç dile bile ezilir. Gönülle bağını gönülden koparmak, şiirin saflarını sıklaştırabileceği gibi, gerçekliğin türlü görünümlerini bu coğrafya insanına en eski biçimlerin kıvraklığı ile taşıyabilir. Basılı Kültür Şiiri şairini yaratan şiiridir.

Ses Şiir’e giriş

ÇEPEÇEVRE doppler: MİKROFON

Ben görülebilir olmalıyım. Mikrofon beni görünür kılabilir, gövdem mikrofona ses telleri ile birlikte hayat verir. Yankımın büyük hoparlörlerden işlenmeden geçtiğini düşünüyorum. Ama bu mümkün değil! Milyarlarca araç, transistör, süzgeç sesimi işliyor ve değiştiriyor. Müezzinle aramdaki farkı göz ederek söyleyebiliyorum ki sizi gövdemden geçip giden ve her dakika yeniden yaratılan İnsan adına çağırıyorum. Sesimin ağzımın içinde, dilim dudaklarım ve damağım arasındaki vızıltısını ta dipten, kalbimin altından akciğerlerime dolan hava ile çekip alan zihnim katlanıp dururken, işte seni mikrofona ve gövdemin hareketlerine çağıran esrar. Beni gör ve beni dinle. Senin için biçimlerden bir biçim ve bilmediğin bir sesim. Beni gelip sana soracaklar, ne derdin? Ben senin için şimdi biçim alıyorum. Dinle. Gönülden dinle..

Sana şiir söylemeyeceğim. Bir şiir yazacağım şimdi hatta bir şiiri imâl edeceğim. Her zaman yaptığım şeyi, hiçbir denetime tabî tutmadan, kendi bürokrasisinin kıvılcımları* içinde sana göstereceğim. Onu duyacak, bana bakacak ve onunla kendinden geçerken benden kopup gideceksin. Kopup gittiğin yerde ben olacağım. Sana, sana rağmen ve senden ötede çınlayıp duran bir ses ve biçim vereceğim. Kelimelerin kesif yüzlerini ağzımda yuvarlayacağım. Onları kusacağım teker teker. Alnımdan akan ter, emeğimin değerini gösterecek sana. Ve su içmek için araya sıkıştırdığım nefeslenme zamanında, artık sen İnsan olarak karşımda duracaksın. Beni insanlaştıracaksın ve Allah bizden razı olacak..

Ve seni bir ölçüye vuracak, vururken taşıracağım ve bileceksin ki bu bardak sen taştıkça bardak. Seni bir kaşağıyla, sesimin ve yakıcı düşüncelerimin yaylasına, Zaman’ın kendisine rendeleyeceğim. Seni Zaman’a ve Mekan’a bir imkan olarak yaymayı deneyeceğim. İşte Şiir başlıyor. Ben kendimden geçtim, senden de geçeceğim. Beni gör.

Her kıvılcım bir çapaktır. Sesimi görünür kılacağım bu termal leke ile. Ben gövdem elbiselerim, terli alnım ve yüzüm, ellerim ve mikrofonla dağılan sismik reddiye. Senden öte senden içre, anla diye, anla diye...

Sana Elma diyeceğim ama hiçbir sesli harf kullanmadan, heceleri birbirine vurmadan. Sadece dilim damağımda şakladıkça şedde’nin anlamını bileceksin. Uğultulu değil, tertemiz ve billûr bir dilin pınarı çağıldayacak ve yüzeyde, yani havanın kendisinde, mikrofona çarptığında, binlerce kez güçlendirilip Hız ve Haz arasında, kapacaksın bu “sonik harfleri”. Sana ifademi vereceğim ve kulaklarınla gözlerin arasındaki bağlantıda vuracağım, seni şimdilik sen, sallantıda sen yapan zorunlulukları..

Nefsinle konuşacağım, Uzviyet’in üzerinden. Araya girecek korkunç gazabı bir gövde, iki göz ve iki kulak olmanın. Önce soyacağım seni, soyabileceğim en küçük zerrene, maskene kadar. Uzviyet’in açığa çıkınca seni taşlayacağım, güllerle..

Ben havaya gerilmiş ve Zaman’a tutturulmuş bir gövdeyim. Bir batağım, bir zulmet. Dilim, korkunç ihtimallerinde neye gebe? Gecenin burasından güneşin orasına kadar, fotonlarına kadar soyabilsem de evreni, neden bir organın başka bir organa dokunabildiği yerde, dokuların, beyin kıvrımlarının arasındaki sırrı dillendiremiyorum. Zihnim yerinde dursa da, kafatasımın kemiklerini nasıl terk edemiyor ürpermem. İzle, Sana bir İlmin İliği olmayı öğreteceğim..

İMKAN OLARAK ŞAİRLİK

Öyleyse artık söylenebilir ki, ses de yenilenmiş ve elekten geçirilmiş hali ile şairin eline geçebilir. Şair için ses artık araçtan, aletten ve aracıdan ayrılmadan, elektroniğin (techne) imkanları ile mümkündür yeniden. Sahne önceden kaydedilmiştir. O zaman şiir de uzviyetini (biçim ve biçem) şairin üzerinden geçerken kazanır, tıpkı canlı bir yargı gibi. Ses, ritmi değil, ahengi değil, bir gövdenin, şairin gövdesinin çatırtılarının sesidir. Şiir öncesi ile şiir sonrası arasındaki yaylayı güçlendirmek içindir her mikrofon, amfi ya da ekolayzır, her efekt.

O cızırtıları, o çapakları duyuyorum*. İçimden, ta derinden geliyor onlar. Doğum öncesinin rahat ve huzurlu yaşamını, annemin ekmek elden su gölden rahmini duyar gibi. Orada konuşuyor muydum ben? Kelimeler için birkaç enzimi hareket geçirmem gerekiyor muydu? İhtiyaçlarım nasıl gideriliyordu? Ondan koptum ve doğmam gerekti artık. Yeni imkanları ararken ilk sesim çığlık oldu. Artık sana yeni imkanları verirken de çığlık atacağım. Bir çığlığı dağa bindirip üzerine atacağım. Sizin aranızdayım ve sizin Mukadderatınızı diğerleri ile birleştirecek İlmin sahibiyim. Ses şiir desibelin (debinin) yatağı taşıran dalgalanma hareketini taklit eder. Nihai noktasına varana, yani çağlayanın dibine kadar da billûr bir varoluşun Kent içinde tekrarlanmasıdır. Ve deneydir de bu yüzden.

Sen kendi kendin hakkında, öz benliğin ve nefsin ve bununla birlikte Uzviyetin hakkında bir yargıya sahip değilsin. Ben bu canlı yargının, kılgı olması için Şairliği seçtim. Sahne gerekti bundan önceki atalarıma, ben sahneyi tüm şehre yaydım. Tarih nedir bilmiyorsun, ama ben senin Tarih’ini Mimar Sinan’dan başlattım. Mekan ile Zaman’ın İmkanlarını taşlarla birlikte canlı kılan atalarının, hiçbir öteki yaratmadan ve ızdırabını İnsan olmaktan alanların Ülfet’ten nasiplenmeleri için inşâ ettiği binayım ben.

Her bina yolları ile gelir. Kaçınılmazdır bu. Ve yollar görünür kılınmadan, bina kendisini göstermez. Bina, bir kentin çeperine dikilmiş orada duruyor. Ona “evim” diyorsun. Dışı ve içi ile evin, bir görüntüden başka nedir? Ben sana evinin binasına giden yolları görünür kılmak için Şairliği seçtim. Ülfetin içinde sıcak bir yatağa, bir ovaya, güneş altında bir köye girer gibi girdiğin onlar arasında, birlikte yaşamanın Eskil biçimlerini terk et diye..

Bir biçimsin sen ve seni karmaya geldim, paralamaya, parçalamaya ve parçalarken kemiklerinden emek gücüne kadar sana Dünya’yı yadırgı kılmaya. Seni yıldırmaya ve yıldırırken yıldırımlarla çarpmaya; senden önce gök gürültüsü daha sonra da şiddetli bir çarpışma yapmaya. İnsansın, yani âdemsin sen.

Sana bir iç bir de dış yaratacağız. Şiir, her iç için bir de dış taşıyan midyedir. Bir lekeyi, inciye çevireceğiz. Kabuğun kırılmadan İnsan olmanı sağlayan İlmi yaratacağız. Sesimi dinle, gör onu, gönülden bak bana. Ve ezberle, bir üstününü başından beri bildiğin ve açığa çıkarılmasını beklediğin yeni yaşamının. Ve tekrarla benimle, üleş sesini ve kenti bölen sokakların çıktığı düzlüğe bakar gibi bak, kulaklarınla bak bana. Rastlantının doğasına giden tekniği, İlmi ve İlmeği yaratacağız ve geçeceğiz içinden bir biçimimiz olduğunu unutmadan. İnsansın, yani âdemsin sen. Bana bir imkânsın sen.