Geçen haftalarda Zaman gazetesinde [w:Ekrem Dumanlı] -belki de yayınladığı öykü kitabının da etkisi ile?- sanat ve alıcısı konulu bir dosya yapılmasına ön ayak oldu gazetesinde. Soru açıktı: "Muhafazakâr sermaye kültür ve sanata neden mesafeli?" idi. Bir ton insan cevap vermişti bu soruya. Cevapların çoğu "neden bu ülkede sağcılar ya da müslümanlar ya da muhafazakarlar"ın sanattan anlamadığı konusunda ipuçları da veriyordu. Ha, bunun karşısındaki grupta yer alanlar sanat ve onun yordamından haberdar mı? Devlet politikası olmadığı sürece, buna düzgün cevap vermek de mümkün değil. Çünkü hepimiz artık biliyoruz ki, sanat ve sanatçı (özellikle şair) uzun bir dönem, politika ile "yandaş medya" olarak devam da etti bu ülkede, etmeye de devam edecekti fakat olaylar biraz yatak değiştirdi (devlet başka yatağa geçti). Bugün devlet, daha çok ilk göz ağrısı gazete ve gazeteci ile daha bir sıkı fıkı. Ama bu niyette olan şairleri de gazetelerde görmek mümkündür. Fakat bugün bir tabloya 2.7 milyon veren insanlar var aramızda!
KAYIP DREDNOT'UN İZİNDE MİSİNİZ?
"Asker kökenli ressamlar" diye bir tarihsel gerçeklik var. İnsan ucundan da baksa, "güzel sanatlarımızın" doğuşundaki asker yoğunluğu hafife alınmayacak durumdadır. Tabi ıslahat ya da modernleşme çabalarının ana ekseni zaten o bürokratik sınıfı yaratmak içindi ve o bir kere yaratıldıktan sonra da o sınıfın edindiği "çağdaş" bakış, fazlaca eleştirilmeden kabul edilecekti.
Örneğin kayıp drednotlarımız etrafında yaratılan o halenin payı ile ilişkilendirilebilir bir noktada. Diyarbakırlı Tahsin Bey'in hayatı bu açıdan anlamlıdır. Mühendishane'nin modernleşmenin ortasındaki aygıt olarak endam etmesinin yan etkileri sonucu, "resim" uzun bir adım attı. İşin tarihsel yanını bir kenara bırakıp, kestirmeden söylersek, Doğa'nın yeniden işlenmesi bu "göz"ün eseridir uzun süre. Yani ressam, hem memur, hem asker, hem yetenek hem de birey olacaktır. Bilimsel bilgi ile sanatsal bilginin böyle trajik bir kaynaşması bize iyi gelmiş midir?
"Sanayi-i Nefise Mektebi’nin kurulmasının ardından gelen süreçte asker kökenli ressamların ülkenin görsel sanatlar atmosferine hâlâ önemli katkılarda bulundukları gözlenir. "
DENİZ RESSAMLARI ALTINDA 20.000 FERSAH
Neyse, satın alınamayan ve hakkında ülkede büyük propagandalar (posta kartları, ilanlar vs) yapılan üç geminin yarattığı o romantik havayı da hesaba katalım. Sonuçta, gemilerin gerçekliği ile onlara "kavuşamayışımız" tam da bize özgü bir şey değil mi (*)? Deniz ve gemiressamlığı her ne kadar akademik olarak pek sallanmasa da, Hüsnü Tengüz'ün söyledikleri ilginçtir: “Pek ünlü olan deniz tarihimizi göz önünde canlandıracak yazıdan ziyade resimdir”
Elbette bu sözün üzerinden geçen zaman içinde resmin aldığı yol, 19. yüzyılın kartpostal üslubu ile romantizm olmadı. Değişen çok şey oldu. Modern resim sanatı bilindiği üzere "milletlerin milli şuurlarına katkı yapan ibret vesikaları"ndan ibaret değil. Fakat başa dönersek Ekrem Dumanlı'nın yönelttiği soru ile Tahsin Bey'in 1916 yılında yaptığı “Sultan Osman Drednotu”nun kaderi arasında sanki bir bağ var.
O bağ ya da trajik bağ diyelim, milli ya da değil herhangi bir şuur ve/ya hassiyet yaratma, oluşturma görevinin, Dumanlı'nın soru sorduğu çevreler tarafından öyle "resme, güzel sanatlara" falan tahvil edilememesinden kaynaklanıyor. Sözlü Kültür / Yazılı ve Basılı kültür ayrımının da burada çalıştığını söylemekten geri de durmayacağım.
MUHAFAZAKÂRIN ART DÜŞLERİ
Bu kadar savaş geçirmiş bir milletiz, ama deniz savaşları konusunda muhafazakar burjuva bir bilinç elde edememiş, bu da tuhaf. Kayıp drednotlarımız -bunların savaş/kıyım makinası olduğunu da akılda çıkarmadan- hakkında bugüne kadar ne bir film, ne bir çizgi film de yapılabilmiş değil. Oysa bu "trajik" savaş makinaları hakkında 1916 yılında yapılmış tablo da "resim" yerine bile geçmiyor, geçemiyor.
Böyle bir durumda pek de sağlıklı değil güzel sanatlara bakışımız, diyebiliriz. Öyle ya, eline para geçmiş bir muhafazakar zenginin yatırım yaparken ideolojik olarak kendisine biçtiği tarihsel anlatıyı desteklemek için bu türden sanatsal şeylere yatırım yapması gerekmez mi? "Bu türden şeyler" genelde böyle değerlenmez mi? Tuhaf..
Neyse, resim konusundaki her türlü araştırma, bize resimle ilgili değil de, daha çok Türkiye'de sınıflarla ve zenginleşme ile ilgili çeşitli ipuçları veriyor. Örneğin Peyami Gürel şu lafları etmiş, paralel olarak bu söylediklerime;
"Birincisi, Cumhuriyet öncesi dönemde merkezi otoriteye rağmen veya karşın bir sanayici/yatırımcı sermaye grubunun oluşması pek mümkün olamamıştır. İkincisi, Cumhuriyet sonrası merkezi otoritenin isteğiyle ve hatta iteklemesiyle hem nispi ticaret sermayesinden devşirilen hem de merkezi otoriteye yakınlıkla işlerlik kazanabilen sanayici oluşumuna gidilmiş olmasıdır."
VE MAVİ SENFONİ 2.7 MİLYON?
Tuhaftır, Doğançay, bir söyleşisinde şunları söylüyor:
"Bu resmi 1987'de bir koleksiyonere sattım. Öyle şeyler oluyor ki 100 dolara sattığım bir resim bazan 50 bin dolara gidebiliyor."
Haberde müzayedenin alıcılarla dolup taştığı özenle belirtilmiş. Şimdi merak ediyor insan, gerçekten satın alan kişi ya da kurum (bu konuda bilgi yok) gerçekten, dişlerini sıkarak ve yumruğunu masaya vurarak "Mavi Senfoni benim olacak!" mı demiştir? Doğançay'ın 1985-1995 arasında yaptığı Duvar Resimleri arasında yer alan bu eser gerçekten bütün diğer tablolardan daha inanılmaz mı görünmektedir? Doğançay'ın başlangıcından beri takık olduğu "Duvar" temasının en olgun ve en karakteristik hali midir? Yoksa 166.40 x 368.30 cm ebatlarındaki bu tablo, gerçekten büyük bir salon için ideal bir dekorasyon seçimi midir? Sultanahmet Camii'nin mavi çinilerine benzeyen bir şey ile anlatmaya çalışmak bu kadar değerli midir harbiden? Yani buna sahip olmak ne demektir? 1987'den bugüne Doğançay'ın bahsettiği türden bir "kâr ediş", bundan sonraki yıllarda da olacak mıdır? İş kolu olarak duvar veya yapımından zengin olan biri mi satın almıştır bu duvarı? Bugüne kadar hiç üretemediği türden bir duvar örgüsü müdür orada duran? Duvar Resimleri serisi, 20. yüzyıl ve bizler konusunda çok evrensel mesajlar mı vermektedir? Örneğin serinin diğer resimlerinde yer alan gösterge zenginliği, Mavi Senfoni ile birleştirildiğinde 21. yüzyılda "mecra, mesaj" vb. gibi konularda fikir mi vermektedir bizlere?
KAPLUMBAĞA TERBİYECİSİ ÖRNEĞİ
Elbette soruları artırmak mümkün. Sonuçta memleketin en pahalı tablosu hala, o başlangıç dönemine ait. Yaklaşık 10 milyon küsürlük değeri ile "Kaplumbağa Terbiyecisi" (ya da Kaplumbağalar ve Adam bize türlü türlü yorum imkanları vermektedir. Oradaki adam, kaplumbağalar, kompozisyonun kendisi bir şeylere yorulabilir durumdayken, Mavi Senfoni, bize fazla ipucu vermemektedir de (Örneğin ben bile kaplumbağa sahibi olarak, tabloda adamın yaşadığı umutsuzluğa yorabiliyorum o sahneyi. Çünkü kaplumbağa eğitmek ney ya da zurna ya da elektronik müzikle falan pek mümkün değil benim için, öyle bir sabır sahibi değilim). Fakat yine de sorular artıyor, çünkü Mavi Senfoni'nin sanatçısı tarafından bile "değeri artıp duran bir şey" olarak tanımlanmış olması, Osman Hamdi'nin yapıtının üretim ve değerleniş biçiminden çok daha farklı bir algının yerleştiğini de gösteriyor bize. Zaten Doğançay kendisi ile yapılan başka bir söyleşide de, bu "değer biçme" konusunu şöyle açıklamaya çalışmış;
“Bu işin eksperleri var. Bir fiyat belirlerken sanatçının hangi müzelere girdiği, hangi koleksiyonerlere resim sattığı hakkında kaç kitap yazıldığı, nerelerde sergi açtığına bakılır. Bir resim satın alırken de bunlara bakılmalı. Bu tür resimlerin fiyatları hiç düşmez. Eğer siz sadece mobilyaya, salona uyuyor diye bir resim satın alırsanız o resmi çocuklarınız 10 yıl sonra yakar.”
SONUÇ YERİNE
Sonuç, yok. 2.7 Milyon türk lirasına bir tablonun satılması gerçekleşti. Hem de hiç somut bir şey anlatmıyor. Buna mı sevinsek, onu da bilemiyorum. Ha, "muhafazakar"ların işi ise, çok çok zor. Çünkü "görsel" olan ile ilişkilerinin "metafizik" ile kurdukları aşırı zayıf ilişki yüzünden yaya kaldığının farkında bile değiller. Ve işin kötü tarafı, hiç bir zaman da değişmeyecekler! Yani arada "mesafe" falan yok. Ha bu arada, Doğançay'ın babası "harita subay"ı.
(*)“Drednot” (“Korkusuz”, “Hiçbir şeyden korkmayan”) İngilizlerin dizayn ettiği güçlü, zırhla kaplanmış büyük savaş gemisine verilen isimdir. Bu gemiler XX. yüzyılın ilk yarısında imparatorluk donanmalarının bel kemiği, ana vurucu gücü olmuş, bu döneme “Drednot Çağı” da denmiştir. Tahsin aynı zamanda bir “Drednotlar Çağı” ressamıdır.
Sultan Osman; 204.7 m. boyunda, 27.500 ton ağırlığında ve 22 mil sürat yapabilme kabiliyetinde bir gemidir. Usta’nın yakın plan çalıştığı, üzerindeki tüm yapısal ayrıntıların netlikle seçilebildiği Sultan Osman, sancak bordasından resmedilmiştir.
Dalgaların üzerinde çelikten bir kale edasıyla seyreden gemi, 34.000 beygir gücündeki Parsons türbinlerine tam yol vermiştir. Türk vatanı için ateşe hazır toplarıyla yayından fırlayan bir ok gibi dalgaların üzerine atılan Sultan Osman; köpüren baş suları, bacalarından gökyüzüne firar eden Zonguldak kömürünün cehennem dumanları ve kıç gönderinde dalgalanan al sancağıyla denizlere adeta şu dizeleri haykırmaktadır:
“Şahlan artık ey deniz şanlı dostlar geliyor Ummanlara hükmeden Barbaroslar geliyor Baş koymuşuz uğruna biz bu coşkun suların Ruhumuza dalgasız ölçüler dar geliyor” Kaynak
Yorumlar
Son bir not: Tabloyu satın
Puanlar: 42
‘yukarı’ dedin
Son bir not: Tabloyu satın alan Bülent Eczacıbaşı imiş.
Neyse bu biraz rahatlatıcı
Puanlar: 34
‘yukarı’ dedin
Neyse bu biraz rahatlatıcı olmuş... Müze için de... Orda bir yerde, aramızda herkese parmak ısırtacak bir gizli resimsever mi var diye düşünmeyiz hiç olmazsa...
Ben aslında Ekrem Dumanlı'nın
Puanlar: 58
‘yukarı’ dedin
Ben aslında Ekrem Dumanlı'nın yazısından ve çağrısından sonra "muhafazakar kesim"in hemen çek defterlerini çıkartıp, lüks daire kredisini bu müzayede için kırdıracaklarını falan da düşünmedim değil, ama görülüyor ki, Eczacıbaşı çoktan kafaya koymuş. Bu kadar yüksek bir fiyata satın alabildiğine göre..
Doğançay Radikal'in aynı
Puanlar: 47
‘yukarı’ dedin
Doğançay Radikal'in aynı haberinde şöyle demiyor mu:
Bir sanatçı hadi kendi eserinin satışı üstüne yapılan spekülasyonları filan tüm modernliği baştan(kara) alıp sindirebiliyor, sindirmekle kalmıyor, ardından kendi resminin satılıp satılmama ölçütünü de Türkiye'deki sanat meselesine bağlıyor (modernlikle koşut). Hem de sanat meselemize öyle bir düğüm atıyor ki, sanat kendisinde tıkanmış, kendisini sanatın sorunsallaştırılmasında ölçüt haline gelmiş olarak algılıyor. (Burada kendi eseri üzerine teorik konuşan ressamı tamamen atlıyorum ve konuyu böyle anlıyorum.)
Bu görüş sadece o sanatçıda değil, birçoğunda da benzer bir şekilde dolaşıyor. Çünkü para haddinin yüksekliği diğer resimlerin de değerlenmesine neden olabilir düşüncesi hakim (Radikal'in haberi).
Ama bakış açısında bir terslik yok mu? Değer biçmek için başka bir eserin değerinin yükselmesi mi gerekiyor? Yani karşılaştırma yapmak için piyasa koşulları tüm serbest ve karma ekonomik modellerde olduğu gibi burada da olmalı, değil mi? Mi?
Resimler yüsek fiyattan satılmaya başlanınca bu "modern çağdaş resminin ciddi bir şekilde yükselişte" olduğunu mu gösterir? Bunlar birbirine koşut şeyler midir? Resmin piyasasını oluşturması anlaşılabilir bir şey (sindirilmiyor, anlaşılabiliyor), peki koca bir hem modern hem çağdaş Türk resminin piyasayıyla birlikte varolması, bu yükselişin resmi yükseltmesi ve para kazandıran şeylerle kalite arasındaki ilişki de nedir. Örneğin resmi ilk arz eden ressamın resim yapma yetisi ve resim yapma dirayeti piyasada resimlerin "iyi" satmayıyla doğru orantılı mıdır? O halde Türk şiirinin fiyatı artsın da, iyi şairler arz olunsun mu?
..
Bir sürü soru soracağımıza, keşke mavi senfoni satılmasaydı da tüm sanat meselemizi bir anda kapatsaydık demek istiyor, diyorum.
Fakat, acele etmemek lazım,
Puanlar: 22
‘yukarı’ dedin
Fakat, acele etmemek lazım, Eczacıbaşı almamış, aha da açıklama;
Diyorlar ki aynı haberde, Kadir Has aldı. Bak sana söylüyorum hacı, bu resmin fiyati gelecek sene 10 milyon olacaktır. Bunlar fiyat artırma numaraları gibi geliyor bana.