Bülent Keçeli
-şiir nedir?- yanıtıyla, derrida (iki kelimeyle mi), “bilgiden vazgeçmen ve bu noktayı unutmaksızın bunun nasıl doğru dürüst yapılacağını bilmen istenir.” derken, vazgeçilen şeyin, o güne kadar gelen -şiirsel bilgi- den başka şey olmayacağı açıktır. şiirsel bilgi, kastıyla belirli bir şablona taşınan ve sonuçta ardıl yapı içinde sabitleyen yapıdır. Bu bitişik, birbirine ulamlanan yapıyı da gösterir. Ardıl şiirsel bilgi hiçbir zaman bir limit arayışını gerektirmedi. Bunun dolayımında, “yeni bir bilgibiçim” oluştuğunu düşünen celalsoycan, “beceren” şiiri de gösteriyor. aslında, daha çok öz-biçim bitişikliği savunulan türk şiiri, bilgiyle de bitişince öze, asıl ifadesiyle “arzu”ya ihtiyaç hisseder, şiirde bilgiye ihtiyaç hangi seviyededir, önce bu düşünülerek, “bilgibiçim” kavramının gerekliliği anlaşılabilir. şiirde bilgiye ihtiyaç çok hissedilmediğinden, şiire özgü “bilmemek”, “bilmenin şiir içinde çözümü” kaotik bir yeniye veya yok’a evrilebilir, bu da asıl tartışmanın biçim olmadığını ortaya koyabilir. her halde her şey olguya dayanıyor olsa gerek, “bozma olgunluğu” da kendince bir süreç geliştiriyor. içinde bozan şair, yerleşik olamayan bilgiyi öze (arzuya) kilit olarak tutuyor. derrida’nın söylediği gibi “nasıl doğru dürüst yapılacağını” bilmek gerekse bile.
[w:derrida] aynı yanıta devamla, “şiirin yasasının kaybolmak”, “dikte edilmiş görünmek” se yanıtıdır, diyerek, yabancı dil derslerinden bildiğimiz “dikte” sözünü kaybolmanın işlerliğine kaydediyor. “dikte” tekrar gibi aynı verime açık değildir. şiirde kaybolan şey, o şiirse, yanıt hazır biçim / hazır içerik ve ezbere açık sözcüklere başvurulduğunda bulunmayabilir. dikte ederek şiirin iç açıcı verimine ulaşırız. sözcük dizede davranış değiştirdiğinden, bu davranışı yadırgamayan bir okur da aranmak zorundadır ya da şiir kaybolma yasasında birçok “yok”a karşılık gelebilir.
derrida, yanıtında, “belleğin tutumluluğu”nun ilk maddesini, “nesnel veya görünüşte uzatılmış olsa da şiir kısa, ruhuna ve seslendirilişine göre eksiltili olmalıdır.” şeklinde yazar. kaybolmanın bellekle bir ilişkisi varsa bu madde açıklayabilir. “bilgibiçim”i bir an unuttuğumuzda bellek “arzuyla” bir töz’e karşılık gelebilir. böylece külüstür bir yerleşim olasılığına ve “meşru” bir öteki arayışına dönüşür. gayrımeşru da olabilecek bir öteki arayışı eyleme maruz bir alanın da gerçekliğidir. antoloji gibi yapılar ise bu durumda bir gerçeklik sınamalıdır, birçok şeyi sınamasa da. bellek, bilgi deposu olarak düşünüldüğünden, verili alan içinde dahi belleksiz sayılacak şairler, öz bileyinde “arzu öteki” sini limit zorlamada ben’e karşı kullanırlar.
1.yabancı dil, öteki dil
orhankoçak, ludingirra’da “asıl dil yabancı dildir” derken, “işittiğimiz”, “anlamadığımız”, “dilselliğini sürekli hatırlatan dil, yabancı dildir.” şeklinde öğrenilmesi gereken bir dilden söz ediyor. öğrenilecek dil, “yabansı sözcükler”den de oluşuyorsa, “dikte” edilmesi de gerekiyor sanırım. dikte edildikçe, şablon dışı umulmayan kazanımlar, gerçekçi bir bakış oluşturabilir. böylece “yabansı sözcükler” kararttığı şiiri kaybolma yasasına da ekleyebilirler. sözcük de hakkı olan her yönden oku’maya tabi tutulur. şiirde varolan metaforun uzuvsal değişimi, sanatın paradigmasının yıkımını yadsımıyor. şiirin sözcükten hatta harften - fırtıp - boşluğa, hava almak istediği yere geçiş isteği, zorunlulukların değişmesini gerektiren doğal bir durumdur. bu istek, yabancı dil veya öteki dil verimiyle, zorunluluk sonucu yanılmaları yaratan ve böylece ardıl şiiri öteleyen bir yapı olabilir.
celalsoycan, şiirin örgütlenmesini, “imge olanağıyla gerçeklediği -bağlılaşık- alanında yeni bir bilgi biçimi oluşturur.” diyerek, aşkın bilgiyi, “aşkın bilginin dışarıda kastedilen, bilincin sınırlarını aşan bir bilgi olduğunu da söyleyebiliriz.” şekliyle şiirin bilgi sarmalından kurtulmasının zorluğundan sözediyor. bilginin bilincin dışında yani şiirsellik içinde olması, söz edilen bilginin paradoksal alan göstergesi olmasıdır. muhkemliğin kalmadığının yani geçişlere maruz bilginin, bilgi olmadığının da göstergesidir.
orhankoçak, eceayhan dili için “maddesellik veya geçirmezlik kazanmış dil” der. maddenin katı halindeki dil, oku’mamız için sınırı belli, iç yansımaya ait,ilk bakan veya okuyan için,yabancı dil bağlamında herşeyini iç’e saklamış bir dil olarak da düşünülebilir. can’ı dışarıya hareketsiz ve her yönden oku’manın gerçekleşemeyeceği bir dil olarak da düşünülebilir, ardıl şiirin dinamikleri içinde karşı bir reddi dinamik olarak da düşünülmesi doğal olduğundan, buyur(ul)an tarihe bir ikaz olması ötesinde farklı tarihi önermeleri olan ve bozmak isteyen bir sunumun dili olarak da düşünülebilir. tarihin tahakkümünün indirgendiği ve işleyişi bozarak kurguyu da yargılayan, bir şekilde tarihi tarafsız kılma girişiminde varolan bir dil de düşünülebilir. eceayhan şiirinin zorunluluğu, içkin kişisel donanımın, sistemi listesiz bir uzlaşımsızlıkda nasıl geçileceğinin göstergesidir. eceayhan zorunluluğu bu anlamıyla bir “düzgünlük”e veya düzene yol açmaz. travmanın kodları olarak, çözülebilirse çözülür, yani yabancı dili öğrenmek isteyen öğrenebilir. mustafaırgat’ta “maddesel veya geçirmez dil” dize bütünü ve şiir bütünü içindeki anlam örgüsünde daha yoğundur. eceayhan’da beliren -içkin tarih-, ırgat’ta “içkin sosyoloji” ve “içkin dramatizasyon” a dönüşür. içkin anlam ırgat’ta kendi çevresini belli eder, canlandırılan şey bu çevreden (ekran verimleri) alınır,beslenir veya bulunur.ikibinden sonra kişisel şiirine girişen muratüstübal’da ise “maddesel veya geçirmez dil” -şahsını- dikte eder. anlamın “kültsel çevrimi” dışında, muratüstübal’ın sözcük seçimi, şiirde bilgiyi tamamen devre dışı bırakmamızı gerektirir ve “şiir içinde bilmenin” çözümünü güçleştirir. sözcük nedeniyle ve sözcük üretkenliği nedeniyle tekil (kendi tespiti) bir yaklaşım isteyen muratüstübal şiiri, bilindik sözcük-ses bitişikliğini ritm bazında ayırır ve bilinmeyen sözcüğü yükseltger, bu nedenle estetiğin dize nedenli algısına başka bir gerçeklik/yenilik sağlayarak içinden çıkan bir yabancılaşma sağlar. muratüstübal, yazısal ve sözcüksel üstünlüğü dizeye yaymak isteyerek, keşfedilmesi zor, işitmenin ve görmenin dışında başka bir duyusal eylem alanı yaratmak ister,. aslında ne mustafaırgat, ne de muratüstübal şiiri katı bir haldedir. kanımca bu yapı “jel” kıvamında, hem katı, hem sıvı (akışkan) hallerin içeriğindedir.
“tabii, müntehirin gözlerinin aranması da, geceleyin el feneriyle olur” mustafaırgat “proce”si, “sıçrayarak anamızın yanına gitmektir bellekte ve gerçekten.” ırgat şiiri, aksine labirent mekanlarda, hep aynı yöne gerçekleşmeyen süreklilikten hep var olur. “belleğin kasılma noktası” şiirdeysek, bir şekilde fırlar, fırtar ve bundan geri kalamayız. “anılarımızın algıya girişi” öteki olsak da, duyusal anı’nın sürekli ve yön seçmeyen bir edim içinde olmasındandır.
böylece kişisel bir şiir varsa, hal’sizliklerimiz anı dolgusunu ailemizden başlatabilir. şiirse bir aile sağlamaz, aile varsa ona karşı bir zafer kapısı açar. yani kişinin arzusu (özü) ailesinin dışıdır. insani arıza da böylece başka’dır.
“gerçeğin sürekliliğini ve benzeşikliğini sorgulayan, ekran pencereyi ekseniyle yerinden oynatan ve dolayısıyla dikizci seyirci gözünü hüsrana uğratan çağcıl sinemanın kimi kalburüstü örneklerini düşünüyorum.” diyen ırgat, günümüzün ekran enerjisinin örneklerini görseydi, sinemanın sanatsal devinginciliğinin başka bir eksen edindiğini de düşünebilirdi. sonuçta göz oku’yan olduğu için, dikizcilik etken bir boyut edinmeye başlamıştır.
2. madde şiir ve başka şiir
“gerçeküstücülük şiirsel bir biçim değildir.” (gerçeküstücü manifesto’dan) efemurat maddenin meşrulaştırılamadığını belirtirken, ideolojik yönsemeden münezzehtir. ideoloji, kişinin çevresel koşullarıyla beliren grupsallaşma tehlikesine açık bir yapı inşa edebilir. maddenin meşrulaşamaması ise yerinde bir tespit olarak, ben ve öteki arasında beliren mesafeyi de gösteriyor. muratustübal’ın belirttiği ben ve öteki arasındaki sınırların yıkılması düşüncesi, hatta ben ve ötekinin yıkılması, maddenin meşrulaşamamasından daha öte bir tespit, bu tespite karşı geliştirilebilecek bir şey olduğunu da sanmıyorum. ben ve öteki arasındaki sınırı aşan örnek çalışmalar var mı, böyle bir araştırmada muratüstübal şiirsel verimiyle sanırım yalnız kalır, barışözgür, enisakın ve mustafaırgat hatta aslıserin şiirleri,beni yadsımayan fakat ötekiye gitme bağıntısında araf yaratan şairler olarak bir araya gelebilirler.efemurat şiiri ise muratüstübal ile aynı orjinden (orjin sınıfsal katman) çıkmasına rağmen verimsel açıdan birbirlerinden ayrılırlar.
bu isimler arasında en hareketli şiiri barışözgür yapıyor. Yaşamın içinde benin her anına yönelen, grupsal dinamiklerin içine sosyolojik, sınıfsal ayrımları titr’ederek, bu grupsallıkların yazısal-imgesel karşılıklarını bulan ve bunları doldurmaya çalışan, gün içinde onların, ayrıntı içinden sıyırıp getiren ve an an kişisel tarihine karışan, bunu başka bir şekilde kurcalayan bir şey yapıyor. sosyolojik düşünülürse anı, kişisel arızayla, kolay farkedilemeyen boşluklarda gerçekleştiriyor. şiirin bir şekilde içinin yanmasını ve içini yazmasını, imgenin havasını içine çekerek ifade ediyor. bu benin yıkılması için bir öngörü fakat ötekinin ben içinde yıkılarak gidişini gösteriyor.
“hata devam ediyor” kitabının işaret ettiği gibi, ömerşişman dışarıdan alınan bir iç-dil sunuyor bize. ömerşişman dışarıya benini eklemek istiyor. ömerşişman bir şekilde bene şiirselliği dahil ederek asıl “şeyi” bozuyor. asıl “yabancı dil” olan dışarıyı çözmek adına, şiirin içine, varolan kişisel içeriklerini ve varoluşu tartışılabilecek içeriklerini (ifadelerini) katıyor. böylece ömerşişman asıl dil kıvamına geçebilmenin eylemini gerçekleştirmeye çalışıyor. hata’sı için ömerşişman’sız şiirinin içine giremeyiz, zira hata her insanda benseldir. “bir erdem olarak kekeme büyük türk şiiri” yukarıdaki örnekler düşünüldüğünde enisakın “ben”i içinde hareketi yeğliyor. “ben” için “ben” içi çözümleri arayarak, öteki’nin ideolojik eksenini kabartıyor fakat yeterince öteki’yi hissettirmiyor. aslında “ben” şiire girişin öncüsü sayılabilecekken yani ötekisel dinamiği yakalayacakken, bunun karşılığında ötekiyi teğet geçen benin gerçekçi şiir ini yaratmıştır. belki de varlıksal alanını çözmek uğruna girdiği kesintili, eksiltili yapı, keskin yanını törpüleyen, düzenleyen, unutamayan, kişilik dönüşümünü nerde bırakması gerektiğini göstermiştir. “işitilmezliğe” ve “geçirmezliğe” nazaran nerelerde geçiş izni vermesi gerektiğini gösteren bir dile adım atmış ve buna rağmen kekemeliği ikincil bir travmaya dönüştürmüştür. bu kekeme katalizörünün işlevini bitirmesidir aynı zamanda. kanımca enisakın ideolojisinin kekemeliği daha da dolayımlaması gerekirdi.
enisakın’ın belirttiği kekemelik uçları (karınağrısı, adsız tutku, yetişemeyen cevap, çocukluktan bir takıntı ve dilin ucuna gelip söylenmeyen söz), onun bunlardan kurtulma sancılarını da gösteriyor. enisakın kekemeliğinden kurtulmak istiyor. burada dille ilintili bir sancı yok, şairlik ve insanlıkla ilgili yerinde sancılar olduğunu söyleyebiliriz. esas engel, şiirin mekanı, düzlemi ağız olsa da imgenin kırılması önünde ortaya çıkmasıdır. bu yüzden “yeniye” bir imgesizlik konumudur. yani imge şiirden çıkıp şairin kendisi kılınmak istenirken.
KAYNAKLAR
1. şiir nedir? I. baskı, derrida, babil yayınları, 2002 2. ücra -16 sorgusualsiz - celal soycan 3. ludingirra, bahar 97, sayı 1, eceayhan özel sayısı 4. imgenin halleri, orhan koçak, metis yayınları, 1995, 1. basım 5. ücra - 29, ücra’ça 6. ait’siz kimlik kitabı, yky, 1994, 1. baskı 7. poetikhars, sayı 5, kış 2005 8. hata devam ediyor, ömerşişman, aralık 2005, 1. baskı 9. bir erdem olarak kekeme büyük türk şiiri, defter, sayı