Bugün Modern Türk Şiiri'nde görebileceğimiz nedir? Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Edebiyat Dersleri'nde kendine sorun ettiği, didiklediği belki de biraz da ders veriyor olmanın didaktikliği ile ortaya serdiği envanter içinden bugüne aktarabileceğimiz soruların çoğu aslında yerinde duruyor. Sanki İkinci Yeni hiç olmamış gibi davranmak, aslında Enderunlu Vasıf 'ı, belki de biraz da Muallim Naci'ye uyarak reddetmektir. Ama bu ne demektir? Bu özetle zemin arayışının sürdüğünün göstergesidir. Yahya Kemal'in Beyaz Lisan'ı dışında pek de fazla bir inşaat olmamıştır. İki katlı bir konak, gördüğümüzde bize ne hatırlatabilirse, işte ancak o kadar. İstanbul'un dili ile üretilmiş bir Anadolu bu. Beyaz Türk, Beyaz Lisan konuşmaz. Kısmi yaşantılardan arta kalanlarla, varolmak adına bölüyordu yalnızlığını gibi şeylerle ömrünü geçirir, şiirden istifa eder.
Kendi kuşağımla ya da böyle bir kuşak varsa, buna dahil kişilerle ilişkilerimin neredeyse asgari düzeyde tutmamdan dolayı benim kuşağımın şairi, şöyle biridir diyemiyorum. Ama gördüğüm, okuduğum kadar ile yine iki kategoriye ayrılabilirler sanıyorum. Bir zemin arayanlarla, her zemini darmadağın etmeye çalışanlar. İster "Baba" imgesi altında toparlayalım, ister "Büyük Şiir", Abdülhak Hamid'den bu yana edebiyatçıdan ziyade şairin sallantılı, titreşimli olma hali pek değişmiş değil, yalnız kaybettiğimiz şeyler karşısında Hamid kadar samimi olabiliyor muyuz o başka. Biz, bunun üzerine, bizden öncekilerinin güdük özgeçmişlerinden başka birşey ekleyemedik.
Şair tipografisi değişmiyor, belki de değişemiyor. Niyetler, ihtiraslar ve bu ihtiraslara ulaşmaya giderken aşılan, aşılması gereken engellerin bıraktığı travmatik şeyler. Bizden öncekiler bunu önce "Divan Edebiyatı" "Halk edebiyatı" diye bölümlendirdiler. Birbirilerinden "yanyana uzatılmış iki baston" kadar uzak şeylermiş gibi. Daha sonra "eski/yeni", daha sonra "yeni/daha yeni". Ne insan değişiyordu, ne Dilin verdiği imkanlar ne de yukarıdan aşağıya indirilmiş "merakların" ucunda sallanan ödül. Ortaya çıkan garabet, belki de Fransız'ın 200 yıl önce bulduğu bir insan tipi, bir davranış ve ruh hali yumağı oluyor. Bugün "kahramanımız" yok, var mı? Mesela Polat Alemdar mı? Polat Alemdar tiplemesi, hakikat karşısında apışıp kalmış yüz ifadesi ile belki de bizi, abus taraflarımızı gösteriyor. Ama sadece gösteriyor. Ortada hedeflenen bir insan yoktu, Uygarlık tarihi olarak okuduğumuz herşeyin altında bir insan, yeni bir insan yatar. Irktan, renkten uzak ve çoğu kez tahakküm eden hatta kendisine "şu ol!" diyen şeylerin tam karşısına dikilebilecek bir insan. Bu gerçek bir insan mıdır? Değildir elbette, ne zaman olabilmiştir? O sanatın içinde yaşar, yani Zaman'ın ve Mekan'ın ayrıcalarında yaşar (ama bu metafizik değildir, içsel birşey de değildir, gerçektir). Bu yüzden ucundan, bucağından "kullanımı olmayan olumsuzluk" diye birşey var. Bu yüzden Hugo var, bu yüzden aramızdaki Jan Valjan'lara karşı sıkı Javert'ler çıkaramadığımız için Tanzimat insanının maymunluklarından farklı bir hayat yaşamıyoruz. Hepimiz sahtekâr, çocuk ve benciliz. Kuşağım içinde doğdum, büyüdüm. Mahalle arkadaşım vardı ama şimdi görsem de tanımam, tanımak istemem (ya polistir, ya katil). Mahallesinde bahçesi olmak ne demek bilirim, ama mesela Satürn III'ü de bilirim. Bunlar, eskiden olsa bir araya gelmeyecek tecrübelerdi. Bizim zamanımızda tamamlayıcı şeylerdirler. Kahve fincanını tutmayı televizyondan öğrendik, kupa denen şey evimize öyle girdi. Tecrübe etmedik, izledik önce. Sevdik mi? Vitrinde duran porselen takımlara erişmeniz engellendiğinde, Neskafe kazandı. Vitrinde duran, aynalı camların arkasında bekleyen o güzelim eşyanın yerine geçebilecek şeyleri benimsedik. Hatırası olan şeyler, bize ait değildi, evindi. Ben Nesnevi'yi bunları düşünerek yazdım. Kuşağımın çoğu batmış Osmanlı'nın bit pazarındaki tekke çerçöpüne gösterdiği ilginin yarısını, aile apartmanındaki eşyaya göstermez. Kendisinin olmayan bir eşyanın etrafında yalaşıp duranlardır bunlar. O yüzden de kendi çocuklarına hiç bir şey bırakamayacaklar, fotoğraflardan başka. Fotoğraf adice bir hiledir, bir tesbihin yerini tutmaz. Seccadenin, yüksükün, zemzemin vs. Bunlarla ilişkimiz fotoğraf karelerine girmeyecek kadar bize, içimize işlemiştir. Tanzimat'ta "misafir odası" ve "okuma odası" vardı. Balkon (Karakoç), masa (Cansever), saat (Uyar, Tanpınar); sorunlu eşya. Şiire girmiş, şiire girmemiş eşyalar (eşya şeyin çoğulu olabilir ama eşya o çoğulluğu veremez, eşyalar yazdığınızda çoğu kez yanlış olarak işaretlenir, taşralılık işaretidir, kentte eşya yoktur, işlevleri, görünüşleri farklı tonla şey vardır evde) var. Kuşağım bunu anlamaz, anlamıyor. En aklı başında olanlar bile eşya ile ilişkide, iletişimde eksiktir. Çünkü bir eşya edinmek için çaba harcamamış, nefsinin ziftli kısmını "sahip olmak" yolunda kullanmamıştır. Kendisi olmak? Bu yalanla büyüdü bizden öncekiler. Kendisi olamazsın, kendisinin karşısında, ancak kendine düşman olarak birşey olursun. Madde karşısında Türk Şair'i tahammülsüz ve tembeldir. Tüm genellemelere 200 yıldır konu olan şair, ne bir kahramandır, ne de bir nebî, ne de bir militan (aramızda kendini böyle sanan çoktur)! Realizm eksikliği, belge bilgi eksikliği demektir. Gerçeğine uygun düzenlenmiş belgeler, sahtekarların işi. Devlet "asılı"na bakar, temsili olanı, fotokopisini biz alırız, 200 yıldır kullanılan cam'ı ile tarayıcısının kömürüne bulanmış haliyle.
Hülasa:Türk Şiir'ini ve şairini dibine kadar bilmeyen kimse, görsel şiirden hiç bir halt anlamayacaktır.