GÖKYAZI1
Beyazıt kulesinden
Galata kulesine
İki tel çektim saçından
Bütün gece yandı durdu
S E V İ Y O R U M
(Erdal Alova, Toplu Şiirleri 1973-2002)
Einstein'ın ışığı fiziksel olarak -tıpkı üzerimizdeki bir elbise gibi- gövdelerimizden ve bakışlarımızdan çıkarıp, onu evrenin ortasındaki tek "referans" noktası olarak göstermesinden beri, bu gelişme, Virilio'nun deyimi ile "alışıldık iç ve dış kavramlarının ters dönmelerini" sağlarken, yüzeyin de ışıkla "aşırı teşhirini" önümüze koyuyordu, gelişen teknoloji ile birlikte2. Dünya artık, sonsuz kozmos içinde belki de milyarlarca yıl öncesinden gelen bir ışığın son durağı ya da trilyonlarca yıl sonrasına ışık veren başka bir kaynak.
Işığın, bunca "hunhar" kullanımı, yüzeyleri fark etmemizi sağlıyor ama derinliklerinde duran başka boyutlarını görmemize de engel olurken, aynı zamanda bizi bir "yüzeyler" duygusu ile baş başa bırakmakta. Ahmet Hamdi'nin mavi ışığı artık ne ferahfeza ayininde tırmanılan mistik ve bilinmez bir makamı, ne de bilinç dışında kavranabilecek metafizik bir ürpermeyi anlatıyor; onu düpedüz bir "neon" olarak görebiliriz3. Optimum bir ışıklandırma düzeneği için "aydınlatılan" cami, şimdinin kentinde "teşhirin" mekanı olarak, ibadetin 'hûşu' içindeki karanlığını değil, turistik bir kendinden geçmeyi buyuruyor hepimize, kendini yüzeylere ve anında bakışlara teslim ediyor.
Erdal Alova'nın üst kısımdaki şiiri, bilim ve şiir arasındaki o keskin bakış açısını göstermek açısından ilginç bir örnek olabilirdi. Çünkü ne öyle bir saç teli, ne de mahyanın o tür bir kullanımı yerçekimi kuvvetine karşı bu güzel dizeleri ayakta tutabilirdi. Hesaplamalar, bize o "seviyorum" ibaresinin iki kule arasında kalacağı milisaniyeleri söyleye dursun, yere düşmeden önce bizim "anında bakışımız"la seçebileceğimiz şey, sadece yere doğru hızla inişe geçen birkaç belirsiz harf olacaktır. Şiirin gücünü aldığı nokta, ramazan aylarında ya da başka kandillerde/önemli günlerde bir gelenek olan, gecenin içine mumla, kandille yazılar asma sanatıdır. "Karanlık" içinde parlayan "hoş geldin ey ramazan" gibi bir ibarenin, asılı olduğu iki minareye olan aşinalığımızdan kaynaklanır bu şiirin esas metaforu. Karanlığın içinde (gece), bir ipte sallanan birkaç "harf" (aydınlık) şiirin esas gerilimini kurar ve sonunda "vurucu" olduğu görülen bir yapı, şiiri bitirir. Hızın, burada, şiiri anlamak için ne kadar gerekli olduğunu ise söylemek, şiirin topografisi, yani metinsel kuruluşunu da göz önünde tutarak, gerek. Öyle ya, eğer sondaki "aydınlık" kısım eğer en tepede olsaydı ve şair de bizi, bu "metaforik mahya"nın altına koysaydı, onun kafamıza düşeceğini düşünebilirdik. Amacım bu şiirin Newton mekaniğine ya da yerçekimi kuvvetine karşı sınıfta kaldığını söylemek değil tam olarak. Ama bu şiirin yazıldığı 1980'lerin sonundan, bugüne kadarki süreç içinde çok daha fazla belirginleşen başka bir şeyden bahsetmek istiyorum. Buna yüzey şiir diyeceğim.