Ülkemiz öyle güzel, öyle bereketli bir yerdir ki, kavramlarla kurumlar arasındaki ilişkiler her an yeniden kurulabilir ve düzenlenebilir. Bu anlamı ile örneğin kategori ya da katman diye birşey yoktur. İktidar, tek bir şeye yarar: "üstünkörü her yargıyı" dillendirebilme lüksünü sağlar. Örneğin ülkemizde, herkes herşey hakkında bilgi sahibidir ve bunun karşısında şaşmaktan öte de yapacak birşeyimiz yoktur. Devrimlerin sadece "kültürel" olarak tasarlanabildiği, yaşam biçimi denen şeyin, hiç bir şekilde içkinleştirilemediği, havada uçuşan kavramların, hayatlarımızın, yaşayışlarımızın içine doğru rahatlıkla itildiği zamanlardan bahsediyoruz. Böylelikle 200 yıllık Aydınlanma'nın sonrasına/ötesine/kıyısına ışınlanmaya ramak durumda duruyoruz.
Kültür adamımız cahil ve korkak, bürokratımız bilinçsiz ve küstah, şairimiz, romancımız, hikayecemiz de çocuk olduğundan şu aşağıdaki sözleri işittiğinde, hiç bir şey yapamıyor:
"Koşaner, “Küresel güçler tarafından kullanılan ülke içi medya, bazı akademi ve sermaye çevreleriyle sivil toplum örgütleri içine yuvalanan postmodern bir tabakanın oluşturduğu propaganda ve etki ağı, ulusal birlik ve değerleri güvenlik parametrelerini zayıflatmak ve çözülmesini sağlamak yönündeki gayretlerini sürdürmektedir” dedi."
"Postmodern bir tabaka" ve "Organeral" rütbesi. Bu ifadelere, gazeteciler, köşe yazarları tepkiler gösterdiler -şurada ve şurada. Ama sınırlı sayıda kaldı. Taraf'ta Gökhan Özgün, haklı olarak şu ironik soruyu sormak durumunda kaldı, geçen gün: "Post-modernizm bunun farkında mı?"
Ben, açıkcası, 21. yüzyıllı nasıl ve ne şekilde geçireceğimiz ile ilgili oldukça düşünceliyim. Geçen yılın o hararetli günlerinde de, bu tartışmalar yapıldı. Orada da bir komutan içinde Habermas, Poppper filan geçen bir konuşma yapmıştı, Hürriyet gazetesinden Hadi Uluengin, bu konuşma ile ilgili içinde şu ifadeler geçen bir yazı filan kaleme almıştı:
"BURADA en önce şunu söyleyeyim: Başbuğ’un konuşmasındaki entelektüel seviye, bilgi birikimi ve kısmen de ufuk perspektifi çok yüksek bir grado taşıyor. Yürekten kutlarım."
Edebiyatçılar ve kültür adamları, şairler ve dergi sahipleri, yayıncılar olarak kısmen sivil toplum örgütü arketipleri sayılırız. Yani kısaca "postmodern tabaka"ya dahil gibi duruyoruz. Geçen yıllardaki tartışmaları hatırladıkça, Ordu ile "aynı hizaya gelmiş" bir çok edebiyatçı, şair, eleştirmen olduğunu fark ediyorum aramızda.
Yorumlar
Belki de sorun "ordu ile aynı
Puanlar: 65
‘yukarı’ dedin
Belki de sorun "ordu ile aynı hizaya gelmek" değildir. İçkinleştirilmesi gerektiği düşünülen "yaşam biçiminin" pek de öyle "kültürel" olarak "tasarlanmış" biçimde "biçimlenmediği" gerçeğinin ve hatta biçimlenmemiş olmasının arzu edilir olduğu bir dönemde yaşıyor olmamızdır belki de sorun. Tabii soruna küresel kapitalizm adını koymak "postmodern tabakadan" şair, edebiyatçı, eleştirmenlerin "hizaya girme" iştiyaklarını pek açıklamıyor gibi görünüyor ama bal kavanozlarının nasıl hizalandığına dair bir kuramla bunu da açıklamak mümkün herhalde.
Şu aşağıdakini
Puanlar: 18
‘yukarı’ dedin
Şu aşağıdakini anlamadım;
Aslında anlatmak istediğim
Puanlar: 35
‘yukarı’ dedin
Aslında anlatmak istediğim şair vs. gibi insanların da karınlarını doyurmak zorunda olan faniler olduğu ve modüler insancıklar çağı olan günümüzde en iyi karın doyurma yönteminin hakim görünen sınıfla hizaya girmek olduğundan başka bir şey değil. Karnını kim doyuruyorsa efendin odur. Fazla ekonomistik yada marksist bir yorum gibi görünüyor farkındayım ama benim hizaya girme aceleciliği için düşünebildiğim en somut açıklama bu. Küresel kapitalizm sorunu ise daha detaylı ve farklı bir tartışmayı içeriyor ki şu anda bunu detaylandırmak için yeterince zamanım yok. Belki "esneklik", "modülerlik" tartışmalarıyla beraber hayat tarzı kavramını da yeniden düşünmek gerekiyor.
Özalların ya da Sabancı'nın
Puanlar: 63
‘yukarı’ dedin
Özalların ya da Sabancı'nın "şairi" ya da "edebiyatçısı" var mıydı? Bedirhan Gökçe, örneğin, neden o kadar popüler? İbrahim Sadri, hangi "iktidar" odağının şairi sayılabilirdi? Bunlar ve Tanzimat'tan bu yana her şairin içine düştüğü cendere "hayatta kalmak için iktidara yaklaşmak" konusu mudur sadece? Şair ve hamisi, biraz şekil değiştirse de, aynı gidiyor da denebilir mi?
İsmet Özel'e göre "devlet ile şair arasıdaki" ilişki 60 darbesi ile bitti. Acaba bitti mi? Örneğin İsmet Özel'e postmodernizm nedir diye sorsak, bize Işık Koşaner'den farklı bir cevap verebilir mi?
Özalları yada Sabancı'yı
Puanlar: 42
‘yukarı’ dedin
Özalları yada Sabancı'yı bilmem ama Aydın Doğan'ın ve Doğan Medya'nın şairi ve yazarı çok. İyi de reklam yapıyorlar. Popülerlik ve karın doyurma arasında (karın doyurma dediysek karın tokluğuna şiir yazıp fikir serdetmekten bahsetmiyoruz tabii ki. Bizimkilerin karınları biraz daha büyükçe) doğrudan bir ilişki olduğunu zannetmiyorum. Hani şairler para kazanıyor mu kazanmıyor mu diye bir araştırmak lazım. Yada edebiyattan ekmek yiyenler nasıl yiyorlar diye bir bakmak lazım. Yine de şiir ve şairi ayrı bir yere koymak gerekiyor galiba. Söylemeye çalıştığım şey sadece basit bir ekonomik hakimiyet ve sanatsal-entelektüel üretim ilişkisinin doğrudanlığı değil, sizin işaret ettiğiniz "hizaya gelme" olgusunun şairlere, edebiyatçılara, entelektüellere yakışmadığı türünden bir serzenişin günümüz koşullarında (Türkiye özelinde) pek de geçerli olmadığına işaret etmekti aslında. Giderek "merkezileşen" medyanın ve entelektüel üretim araçlarının (gazete vs. gibi araçların ötesinde dilin kendisinin de) Türkiye sınırlarında kalarak anlaşılmasının biraz zor olduğunu hissediyorum sadece. Küresel kapitalizm demem bundandır. İsmet Özel konusunda diyebileceklerim sınırlı bildiğim tek şey uzun süre bir yerlerde öğretim görevlisi olarak çalışması (belki halen de çalışıyordur). Devlet ile şair ilişkisi bitmiş olabilir ama "patron" ve "patronluk" ile edebiyat ve entelektüellik arasındaki ilişki sanırım en azından Türk medyasında devam ediyor. Bu ilişki illaki tek yönlü bir bağımlılık-bağlılık ilişkisidir demek istemiyorum ama nedense bizde patronlarını değiştirebilen sanatçılara ender rastlanıyor.
Aslında hizaya gelme
Puanlar: 61
‘yukarı’ dedin
Aslında hizaya gelme ifadesini bilerek kullandım. Tartışmayı izleyenler, Ergenekon vs. civarında örneğin sivil toplum kuruluşlarını, "TSK çizgisine" getirmekten filan bahsediyorlardı. Benim bahsettiğim hiza, o çizgi ve iktidar da, aslında o çerçevede bahsedilen rejimin sözlüğünü yapmak.
O yüzden "postmodern" kelimesine "gıcık" kapanlardan bahsediyorum ben. Ayrıca bir ayrım çok daha görünür oluyor. Sağ ile sol'un aslında üretim araçları konusunda aynı amentülere sahip olduğunu, iş merkeziyet denen şey ile hemhal olmaya başladığında, "büyükler" tarafında nasıl oynandığını, nasıl birbirlerine benzmeye başladığını görebiliriz. Görsel şiir, deneysel şeyler, kökü konusunda emin olunmayan şeyler konusunda, iki tarafın da gösterdiği tepkiler aynıdır. Örneğin Arslanbenzer ve Fayrap çevresi ile Fuat Çiftçi ve Ahmet Oktay arasında hiç bir fark belirgin değildir.
Bu açılardan bakıldığında, konuşmasının içine Habermas, Popper karıştıran bir komutan ile, makalelerinde postmodernizmin, nasıl da "küresel sermayenin truva atı olduğunu" anlatmaya çalışan bir eleştirmen arasında, nasıl bir fark vardır? Olabilir mi?
Bence, adam, yazmaya karar vermiş ve bu konuda kimseye bağlanmayacağını söylemişse, liberalse kelimenin tek anlamı ile, zengin olmak istiyor, tanınmak, bilinmek istiyor ve bunun için bize kötü gelecek ilişkiler kuruyor, ama yine de doğruyu söylüyorsa bırakalım karın tokluğuna yazmasın. Zenginleşsin. Ama eğer, sol, hak, hukuk deyip de, reklam yazarlığı yapıyorsa, işte o zaman problem başlıyor.
Yani mesela, "Mobil, resim sergisi düzenlemesin!" diye çığırtmak karşısında "peki ama kim düzenlesin, Halk Ekmek mi?" diye sorabilmek de iyidir bazen.
Ayrıca şunu da eklemek
Puanlar: 37
‘yukarı’ dedin
Ayrıca şunu da eklemek isterim, gözlemlerime dayanarak. Türkiye'de şairler, sanıldığından çok, çok, çok daha fazla muhafazakardırlar. Birincisi bu işi başından beri pek kıvıramadıkları için, ikincisi "ilericiliğin" devlet tekelinde olduğu yerde, şaire ne düşer? Üçüncüsü, şair, hiç bir zaman Aydın Doğan'ın söyleminin parçası filan olamaz, onu estetize edemez, o şair diye gördüklerimiz, sadece hizmet ederler. Aristokrat, burjuva filan olmayan sonradan görmelerin sanattan, Batılı anlamda, sanattan anlayacağı, o büyük erdemler filan yok, gördüğüm kadarı ile.
Postmodernizm konusunda belki
Puanlar: 13
‘yukarı’ dedin
Postmodernizm konusunda belki bir kaç laf etmek gerekecek, en azından küresel kapitalizmi işe karıştırdığım için. Belki de en iyisi W. J. T. Mitchell gibi (bkz. "Essays into the Imagetext: An Interview with W. J. T. Mitchell" CHRISTINE WIESENTHAL ve BRAD BUCKNELL; serbest bir çevirisini yakında siteye gönderebilirim) yapıp, bu konuda kafamız karıştığında Frederic Jameson'un Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin kültürel Mantığı kitabının açılış cümlelerini tekrarlamak: postmodernizm tarihsel olarak nasıl düşünüldüğünün unutulduğu bir çağda tarihsel olarak düşünme çabasından başka bir şey değildir. Böyle bakıldığında hem "komutan" hem de "eleştirmen" aslında aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar: Nerede durduklarını, nerede olduklarını konumlandırmak. Bunu yapmanın en iyi yolu bir düşman bellemek ve ona göre konum almaktır. Ama komutan da eleştirmen de belledikleri o düşmanın kendilerini ne kadar dönüştürdüğünün farkında değillerdir. İlk yorumumda Serkan Işın'ın "hayat tarzı" yoklamasına "modüler insan" kavramıyla karşılık verirken kastım da biraz budur. Artık iş işten geçmiş ister kapitalizm istersek postmodernizm diyelim o nesne yapacağını yapmıştır. Bu yüzden de bugün "postmodernizm öldü" demek (yine W. J. T. Mitchell'den mülhem bir anlayışla) bir anlam ifade etmez çünkü hepimiz artık bir anlamda postmoderniz.
Bir şeye tepki gösteriyoruz
Puanlar: 43
‘yukarı’ dedin
Bir şeye tepki gösteriyoruz ama neye? Örneğin bkz. İzlenimler'de şu iki (* ve **)haber hakkında yazıldı. Adorno'yu sık sık hatırlayalım: "yanlış yaşam doğru yaşanmaz". "Hayat tarzı" konusunu açarken, bunu bilerek söyledim. "Modüler yaşam" belki daha detayda duruyor.
Blair, Londra'daki saldırılardan sonra, canlı yayında "kimse hayat tarzımızı değiştirmeye çalışmasın" yollu laflar etti:
Buradaki "British way of life" Barbar'lar ile Medenilerin savaşını imler, hala. Bush salağı bile aynı şeyleri söyledi. Burada da o ayrım varmış gibi davranmak isteyenler mevcut. Ama dikkat edilirse, medeni, aydınlanmışın, öteki ve düşman olarak tanımlamayı sevdiği tarafa laf yetiştirirken, durmadan daha da barbarlaştığı gözlenebilir.
Bu ayrım korkunç bir yere doğru gidiyor. Simgelerin böyle hunharca kullanıldığı ve içinin boşaltıldığı başka bir Zaman hatırlamıyorum ben açıkcası.
Hunhar ve içi boş
Puanlar: 56
‘yukarı’ dedin
Hunhar ve içi boş simgeler Adorno’dan laf açılınca belki Minima Moralia’nın alt-başlığını hatırlamak lazım: (beschädigten Leben: parçalanmış/tahrip edilmiş/zarar görmüş hayat. Böyle demek bana daha anlamlı geliyor. “Sakatlanmış” demek “hayat” kavramını daha başından biyolojik olanla sınırlıyor sanki). “Yanlış hayat doğru yaşanmaz” (Es gibt kein richtiges Leben im falschen” (Minima Moralia, 5)) demiş Adorno, doğru da demiş. Ama neyi kastetmiş? “Yanlış hayat” karşısına koyabileceğimiz “doğru bir hayat” var mıdır? Olabilir mi? “Doğru bir hayat” imkanı yada onun varolması ve varolduğunun bilinmesi kimi bağlar yada bağlamalı mı? Bu soruların sorulabilir olmasıdır aslında bizi biz yapan şey. Bu soruların sorulabilir olmasıdır trajik olan. Postu kaldırıp bir an moderne bir dönelim, oradan bakalım sonranın ne olduğuna, öncesinden bakalım postmoderne. Tanrı’yı öldürdüğümüz bir dönemse eğer modern olan (hadi buna “batı modernliği” diyelim, bir medeniyetler ayrışması/çatışmasının hala mümkün olduğunu varsayarak) modern bireyin (modern birey dediğimiz anda konuştuğumuz şey modern özne, modern demek bile fazla bir bakıma) sığınabileceği sağlam ve sarsılmaz ahlaki ilkelerin/eylem ilkelerinin altının oyulduğu, bireyin hayata bakmak/hayatını yapmak için kendinden başka bir ölçüsünün kalmadığı bir dönemse eğer modernlik, modernliğin insanlara verebileceği “doğru yaşam budur” diye bir örneği de bulunmamaktadır. Yapabileceği tek şey bize bir ayna tutmak ve “işte, sen, tek başınasın, kendinden başka bir kılavuzun yok” demektir. Yada daha doğrusu bunu hatırlatmaktır. Modülerlik bir detay belki ama yine de kapitalist “hayat tarzının” detayı. İçinde yaşadığımız kapitalist hayat tarzı ne doğru yaşam ne de iyi yaşam hakkında kendi işleyişini iptal edecek, kendi kendisini aşacak bir öneri de bulunamayacağı gibi gösterebileceği bir iyi yaşam örneği de yoktur. Kapılarla ilişkimizden, hediyeleşmeye yaşadığı dönemin en ince ve en tekil ayrıntılarına kadar değinen Adorno (uzun zaman önce okudum kitabı, yanılıyor olabilirim) belki de bize böyle kapitalistleşen bir dünyada bireysel bir ahlak yaratmanın yada her bireyin kendisine iyi bir hayat yaratma/gütme çabasının mümkün olduğunu göstermek istemiş olabilir ama “yanlış hayat doğru yaşanmazsa”, yaşadığımız hayatın doğru olup olmadığına dair hayatın içinde başvurabileceğimiz örnekler, modeller yada hakikatler kalmamışsa, yada yetkili bir merci ve makam yoksa (Tanrı ölmüş, klisede kapitalist pazar ilişkilerine uyum sağlamışsa) o zaman her koyun kendi bacağından deyip her hayat tarzını tolere (şimdilik hoşgörüyü ayrı bir medeniyet algısı için saklıyorum) etmek zorundayız. Postmodern belki de bu çoğulculuğun (hayat tarzları, kültürler vs.) kutsanmasından başka bir şey değildir. Belki de askerin postmodern tabakadan rahatsız olmasının nedeni de havanın bulanıklaşması, “her şeyin kabul edilebilir” olmasıdır. Şair olmak başlı başına bir ahlak, bir moral bahşeder mi insana? Bir şairlik ahlakı var mıdır? Yoksa şairlerde modern insanlar olduklarından, kapitalist bir hayat tarzı içinde (severek yada mecburen) yaşadıklarından en az asker kadar yada bürokrat kadar “aymaz” olabilir mi? Bu sorulara cevap vermek ve o cevaplardan sonra “hizaya gelip gelmeme” sorunlarına bir bakmak lazım. Kapitalist hayat tarzı derken, şahsen, bu tarza mahkum olduğumuzu, bu tarzın dışına çıkamayacağımızı düşünüyor değilim. İşaret etmek istediğim şey, bireysel farklılıklar bir tarafa, şair yada entelektüel veya akademisyen ve yazar olmanın ve dolayısıyla bazı şeylerin farkında olmanın (kapitalizm, demokrasi, özgürlük, eşitlik vs. Gibi ideoloji ve ilkeler) bazen içinde bulunduğumuz pratikler ve ilişkileri değiştirmeye pek etkisinin olmadığı. Dervişin zikri ile fikrinin birbirine denk düşmediği bir çağdayız. Belki hiç bir zaman denk olmamıştı ama artık bu denk düşmeme hali kutlanan ve hatta kutsanan bir şey oldu. Blair yada Bush’un “özgür dünyanın” hayat tarzına dair söyledikleri ile bizim askerlerin “postmodern tabaka” hakkında söyledikleri arasında, işlev bakımından, pek bir fark yok aslında (Serkan Işın’ın da söylediği gibi her ikisi de bir düşman yaratma, ayrıştırma, bulma araçlarıdır). Evet sembollerin içi boşaltıldı çünkü artık kendilerinden başka işaret edecekleri bir doğru kalmadı, kendilerinden başka sunabilecekleri bir hakikat temeli, dayanağı kalmadı. Semboller hunhar göstergeler katil. Ama ne gam, McDonalds’da hamburgerler yanında Batman oyuncakları verilir çocuklara. Çocuklara bir değer biçilir. Nedir peki “evsizlerin sığınağı”?
Öncelikle bir komutan ya da
Puanlar: 64
‘yukarı’ dedin
Öncelikle bir komutan ya da bir başkasının post-modernizme kendi bağlamları içerisinde karşıt olması, postmodernizmin karşı-çıkılması gereken bir hakikatsizlik olduğu gerçeğini sanırım değiştirmiyor. bunu incelemek gerekir, postmodernizm dünya kültürü açısından ciddi bir sorundur. ama biz bu bu bağlamı komutan'dan ya da tutucu tiplerden farklı bir şekilde yapacağız orası aşikar...
ikinci söylemek istediğim de hepimizin bir anlamda postmodern olduğuna yönelik. eğer buradaki karşıtlık ve nesnenin iş görmesi, bizi kendisine doğru tüketmesi mantığı "dönüştürme" üzerinden işliyorsa söylenmesi gereken bunun modernizme de uygun düştüğüdür. bu kesinlikle postmodernizme özgü bir taraf değildir. hegel burada postmodernizmle yakın görülen bağlamı çoktan aşmıştı...
"postmodernizmin
Puanlar: 48
‘yukarı’ dedin
"postmodernizmin karşı-çıkılması gereken bir hakikatsizlik olduğu gerçeğini sanırım değiştirmiyor" demiş Volkan. Ben, gerçekten şaşırdım şimdi. post-modernin ya da modern sonrasının ya da post-modernizmin, bir hakikat iddiası var mıydı?
Bir "durum" olarak (Lyotard)
Puanlar: 61
‘yukarı’ dedin
Bir "durum" olarak (Lyotard) postmodernizmle bir "felsefe" olarak postmodernizmi ayırmak gerekiyor belki de. Postmodernizmin dünya kültürü açısından "ciddi bir sorun" olması iddiasını tartışmaya değer buluyorum ama S. Işın'ın işaret ettiği gibi "hakikat" bağlamında değil. Hakikat bağlamında tartışmaya başladığımızda postmodernizmin bilgibilimsel iddialarını tartışmamız gerekir ki bunun da fazla "akademik" kaçması kaçınılmız. Küresel kapitalizme ve modernliğe bakmamız gerekir derken söylemeye çalıştığım şey adına ne dersek diyelim ortada yaşanılan bir "gerçeklik" var; farkında olsak da olmasak da. Bu gerçekliğin en somut sonuçlarından birisi de "çokluk": değerlerin ve yöntemlerin çokluğu. "Hizaya gelmeleri" şairlerin, yazarların, entelektüellerin kendilerine yada başkalarına açıklamaları artık daha kolay. "Bu benim kendi kişisel görüşüm", "ne karışıyorsun" vs. deyip bunu hayat tarzlarının çeşitliliği ve hayat tarzının "tolere edilmesi" ve hatta "kutsanması" mantığı ile açıklayıp geçebilirler. Asıl trajik olan ve postmodern olan da bu. Her gün her yazdıklarının hesabını ortak hakikat ölçülerine göre değil de "parçalanmış" bir değerler ormanında bulundukları ağaca göre veren köşe yazarlarının yazdıkları yüzlerce yalandan sonra hala yazıyor olabilmeleri ve dahası okunuyor olabilmeleri postmodern olan.
Nasıl modernizm, binalar,
Puanlar: 54
‘yukarı’ dedin
Nasıl modernizm, binalar, ordular, kentler ve buna benzer binbir nesne ve kavram ile ete kemiğe bürünmeyi seçtiyse, postmodernizm de, modern sonrasında, ona tepki olarak aynı şeyi yaptı. Açıkcası ben postmoderni, zihinsel bir faaliyet olarak ne üniversite hocasına ne de memura bırakırım. Çünkü aynalı bir binayı, bir alışveriş merkezini ve bir gazeteyi aklî olarak aramıza sokmayı deneyen Modernizm'in, bu çabasına madik atan, mimaride, sinemada, edebiyatta ve toplumbilimde bu böğüren, geğiren Büyük Anlatı kumkumacılarına arada bir tokat atan, zengin, fütürsüz aynı zamanda da zeki birilerinin aramızda dolaşmasını yeğlerim.
Burada sorun, yine Batılılaşma sorunudur. Aydınlanma "kazanımları"nı sorgulamak postmodernizm filan değildir. Bugün, postmodernizm tartışması yapan herkes, bir çeşit epistemoloji krizi geçiriyor. Modern'in ne olduğunu bilmeyen bir toplumdan, üzerinde uzlaşmamış -ki uzlaşma kelimesinden tiksinmeye başladım, işteş, belki ondandır- ya da modernizmleri ayırmamış bir kültürden bahsediyoruz. Aynalarla kaplanmış bir binaya bakmak kafi, üzerine biraz düşünmek. Bizim, hangi "hakikat" ile ilişkimiz otantik kaldı? Otantik kalabilen, arkaik bir hakikat derdimiz olsaydı, o epistemolojik krizi yaşamazdık. Adam hem modernizmin, seni ferah içinde yaşatan iddialarını, araçlarını reddedemiyor, hem de bu araçların açtığı "iletişimsel yaraları" tedavi etmek için alternatif yollar arıyor.
Bizde, postmodernizm tartışması, modernizmin ne olduğu tartışmasından başka birşey değildir. 1950'lerde kafasını kuma gömen entelektüellerimiz, mutlu, küçük bürokratik dünyalarının Günahıdır, bugün olanlar.
Bir felsefe olarak
Puanlar: 47
‘yukarı’ dedin
Bir felsefe olarak postmodernizm ile bir yaşam olarak postmodern göstergeler ağıyla şekillenen gerçekliği(Lacancı dilde simgesel) ayırmak düşünmeyi kolaylaştırabilir ama gerçekliği hakikati ve bütünü içerisinde görüşümüzü kısabilir...
Şimdi aydınlanmanın kazanımlarını sorgulamak yalnızca postmodernizme ait değildir, bunu Rousseau'da, Berlin'de ve Hegel'de çok rahatlıkla görebilirsiniz. Bunlar öyle böyle eleştiriler değildir, sert eleştirilerdir. Modernite aydınlanma ile eşitlenirse, baştan yanlış bir akılyürütme zinciri başlar. Hegel de birçok konuda aydınlanma karşıtıydı.
Postmodernizmin bir hakikat iddiası vardır, kim ne derse desin. Sadece bilinen anlamından farklı bir hakikat anlamı üzerine inşa edilir. Hakikat zamansal ve mekansal bir ağla ilişkiye geçirilir, fenomenoloji ve dil sosu ile süslenince Platonik hakikatten çok uzaklaşmışızdır ama Derrida'nın çok iyi gördüğü gibi bu hal bile o soyutluğu eleştirilen hakikatle ilişkimizi geride bırakmayı, varlığın unutulmuşluğundan kurtulma imkanını bize sunmayacaktır. Bu olanaksız bir tasarıdır. Yeri gelmişken, Derrida örneğin kendi hakikat kavramı çerçevesinde Hegel'in üçlülüğüne karşı dörtlü bir yapıyı önermiştir. Bunu çoklu hakikatler tasarısı olarak görebiliriz. Hakikatin buradaki konumlanışı öteki-dünyaya ya da Platonik idea olan Güneş'e ait değildir. Bu-dünyaya, değişime, Deleuze için örneğin bu dünyanın sürprizini vurgulayan öngörülemez'e açık bir hakikattir, kısacası bu hakikat deliktir, altından sızdırır. Ama postmodernler tam da kendi çelişkileri içerisinde bütün olanı sorgular ve onu parçalarken, bu bütünün parçalanmasına ve bunun aşamalarına başka bir hakikat görüntüsü biçmiyorlar mı sizce? Bunu onlar söyleyince mi kabul etmek gerekir?
Aristoteles'i çağırıyorum ve diyorum ki biçim ve maddi tözün birliği olmaksızın ne nesne ne de özne varolabilir. Postmodernlerin kavramları yine o Platonik idea'dan dökülen tözden gelir, yalnızca formunu değiştirirler şekil verdiklerinin. Elimizde adı hakikatsizlik olan bir hakikat anıtı vardır? Yeni bir şey mi peki bu,,, hiçbir şekilde... sadece daha popüler ve egemen!
her ne kadar konu derin ve
Puanlar: 27
‘yukarı’ dedin
her ne kadar konu derin ve tombik olsa da, az önce Atlantik Duvarı'nın (Atlantic Wall) ne olduğunu araştırırken karşıma çıkan Baudrillard makalesini paylaşayım ben yine de.
"Gerçekliği hakikati ve
Puanlar: 30
‘yukarı’ dedin
"Gerçekliği hakikati ve bütünü içinde görüşümüz" Lacancı yada Aristotesci bir "dille" ne kadar mümkün bilemem. Bildiğim bir şey varsa o da Lacan yada Aristoteles'e gerek duymadan "görüşümüzün" o kadar da ahım şahım olmadığı. "Herkesin görüşü kendine" demekle bunun kutsanması arasındaki farkın postmodernizmin kendisi olduğunu söylemeye çalışmıştım bir bakıma. "Tanrı öldü" çığlığına modern çağın tasvir ve tespitine yarayan en iyi aforizmalarından biri statüsünü veren de postmodern yada modern bir çokluğun ortaya çıkışıdır. Şeylerin gerçekliği yada yaşadığımız tecrübenin gerçekliği değişmiyor, illa da "biçim ve tözün birliği" olmalı yoksa olmaz ve dolayısıyla postmodern kavramların "tözü" açıklamak, anlamak, tasvir etmek, tespit etmek için yanlış kavramlar olduğu iddiası yaşadığımız gerçekliğin adını koymak yükümlülüğünü de üstlenmiş demektir. Postmodern kavramların daha popüler ve egemen olması yaşadığımız gerçeklikte bir sorun olmadığı anlamına gelmez. "Yaşadığımız gerçekliğin" adını koyup anlamada postmodern kavramlar değil de Marksist kavramlar yada Hegelci kavramlar kullansak da gerçeklik değişmeyecek. Sonuçta politik yada etik tercihlerle yaptığımız kendi duruşumuzu meşrulaştıracak bir otoriteye başvurmak. Otoritelerin çoğaldığı günümüzde tüm otoriteleri kapsayacak bir meta-otorite yoksa eğer "herkesin dini kendine" (Aristoteles'i, Lacan'ı yada Hegel'i demek) deyip geçip gitmek mümkündür. Trajik olan da bu olsa gerek. E o zaman soralım: "var mıdır şairlerin köşe yazarlarından bir üstünlüğü?"
Bir şeyin imkanını bu
Puanlar: 46
‘yukarı’ dedin
Bir şeyin imkanını bu "bilemem"in ta kendisi taşıyor zaten. Kuşkuya düşüyor ve bunu aşıyorsak iyi bir şey ama orada kalıyorsak, belirsizliğin kendisinin bizi yutamayacak kadar küçük olduğunu not edelim. Bilemem için "tanıdıklık" gerekiyor, ironiyi bir tarafa bırakırsak kimsenin adını anmadan da görüşlerimizi söyleyebiliriz. Tanıdıklığın olduğu yerde tehlike de çözüm de yükselir, varlığı görüşümüz bu tanıdıklık tarafından tehlikeye de atılır, onun tarafından kurtarılır da. Bütün bu karşıtlığı aşan bilincin hakikatine aittir.
Kutsamak ve kendine ait olmak, bunları kuşkusuz özne-merkezli kurulan ama gerçekliği içine kapatan bir özne olarak nesneleşen bilincin keşfinden sonra ayırmak artık mümkün değildir. Söylediğim de buydu, postmodernizm dedikleri şey gerçekten bu ayrım üzerinden şekilleniyorsa, bu bilgi tarihinin eksik bilinmesinden gelen bir ikiyüzlülükten ortaya çıkıyor demektir. Bunlar geçmişte zaten var olan ayrımlardı, sadece gerçekliğin dışına doğru donmuşlardı.
Tanrı öldü sözünü söyleyen Nietzsche'nin kendisi popüler bir şekilde alımlandığının tersine tam bir hakikat aşığıydı, ve bunu hiyerarşik bir derecelendirme içinde üst sıfatıyla süslemişti. Kuşkusuz kapalı sistemlerden ziyade açık sistemlere, aforizmatik kırık hakikatlere tutkuluydu. Ama onun kırık hakikatini alıp hakikati ortadan kaldıran bir kalp oku olarak kullanmak ve kalbin bir tarafına Postmodernizm diğer yanına Nietzsche yazmak hakkaniyete hiç sığmaz. Onun akıldışılığı tam da aklın bilinmeyen yeteneklerini ortaya çıkarmaya yönelikti.
Şeylerin gerçekliği ya da yaşadığımız şeylerin gerçekliği gerçekten de değişir. Bir defa bunu deneyimleyen bireyin kendisi, öznenin olduğu yerde hiçbir şekilde bir deneyim sabitlemesi yapılamaz. Hele ki gerçeklik gibi muallak, herkese farklı görünen ve bilincin hakikatsi yumuşaklıkları arasında evrim geçiren bu dış yapı hiçbir şekilde ortak bir deneyimin nesnesi olamaz. Sorun zaten bu gerçekliğin postmodern ağla çevrelenmiş olmasından gelmedi hiçbir zaman, sorun burada deneyimi kuran bilinçlerin hangi ortak zeminlerde gerçekliği içselleştirdiğinden geldi.
Gerçeklik değişmeyecek gibi bir iddia bilincin öznelliğini ve bireyin yaşamı kuranın kendisi olduğu gibi bakışları yadsıyan bir bakış. Deneyimin öznelliğini nesnelliğinden soyutlarsanız bir adım bile gidemeyiz. Sonsuza gittiğimizi sanırız ama bu ortayı bulduğunu sanan çokbilmişlik, kendi kibrinde kaybolmuştur çoktan...
Trajik olan trajikliği yükleyenden ayrılamıyorsa, işte belki de postmodernliğin yaptığı en derin katkı budur...