Şikayetçi olduğumuz şeyler, durumlar var. Ama şikayet bizlere özgü olduğu için, yüzyıllar içinde şikayetlerin, dertlere, dertlerin de içi boş temrinlere dönüştüğü, o temrinlerin de uçuştuğu vakidir. Biz, o zaman sıkıntımızı ismen ve cismen ortaya koymayı seçmeliyiz.
Defalarca tekrar etmem gerekse de, yineleyeceğim. Bizim içinde yaşadığımız toplum ve onun dili, sözlü kültür'den yazılı kültür'e geçiş yaparken, birdenbire olmuştur herşey. Değişen alfabe ile birlikte, değişen dil, hem bugün faydalanamayacağımız yığınlar, yığıntılar bırakmıştır, hem de geri dönülemeyecek bilgilerin hiç biri tarafından güncelliğe, gündeme yani bugüne etkisi olamamaktadır.
Örneğin bize, bizim bilimde ya da matematikte üstün olduğumuz söylenmektedir. Alimlerimizin, ilim adamlarımızın Batı bilimine katkıları uzun uzun anlatılmaktadır. Ama acı olan şeyin, bilim dilimizin olmayışıdır. Yani özelleşmiş bir bilim, ilim alfabemiz yok. Matematiğin sınırsız imkanları içinde, bizim dilimize kalan, matematikçe olan değildir. Matematikçe olan, üzerinde hiç bir başka dilin, siyasi baskısının hissedilemeyeceği olandan bahsetmekse, bizim ne bugünkü türkçe, ne de eski türkçe ile bu tür bir matematikçeye ulaşmış olmamız, pek mümkün değildir. Ama örneğin bir "rüya" dilimiz vardır, çünkü sözlüğü yapılabilmektedir.
Matematikçe diyeceğimiz şey ile şiir dili farklı mı sanıyoruz? Bir şiir dili enerjisi, bir şiir dili alanı ancak bir şiir tarihi ile mümkün olacaksa, bizim şiir tarihimiz, üzerinde yanarsöner fenerlerle dolu bir umman gibi değil midir? Metaforik anlatımın kendisini esir ettiği şey, işte burasıdır. Geçmişimiz, geçmiş olduğu kadar, "az önce geçmiş"in de toplandığı bir yumak olmaya gitmektedir. Bu yumak, tüm anlatılar gibi, dokunabilir ve mutlaka okunabilir hale gelebilecek midir?
Şikayetlerimizden birinin bu olduğunu, bu "dokuma"nın pattern'lerini, yani desenlerini ortaya çıkarabilecek, modeller yok elimizde. Gözümüzün ilk seçtiğini, ya da hepimizin seçebildiği desenleri, kendi tarihimiz olarak işaretleme, böylelikle büyük, karmakarışık bir resmi, baştan sonra çözebileceğimizi iddia etme gibi bir lüksümüz yok. Bu, siyasal bir tercih olarak önümüze atılabilir, fakat bu Zaman ile kurduğumuz ilişkide hiç bir işimize yaramaz. Dilimiz, eğer düşüncemizin şeklini aldığı en nadide şeylerden biriyse, dilimiz ile düşüncemizin birbirilerine ters düştüğü noktalarda, gerilimin arttığı anlarda, ne yapacağız? Kuşağımın bütün şairleri, dilin kurgusal bir şey olduğunu, "kadîm" olduğu kadar, "kadûk" de kalabildiğini göremiyorlar mıdır? Şikayetlerimizden biri de budur, öyleyse.
Bugün artık, "şiirce" diyebileceğimiz bir dilimiz var. Bu özelleşmiş esperanto, kendisini tarihsel olarak bir iptal edilmişliğin içine yamamaktadır. Böylelikle, bizim bugün yaşayabildiğimiz bir durumun, deyim yerinde ise, psişik gerilimlerini, fraktallanmalarını "kadîm" bir sözdizimi ile ifade edebileceğini, bunu yaparken de, sinsi bir şekilde Zamân/Mekân ayrımını, böylelikle İnsan'ın insanca kalabildiği tüm o zaman dilimlerini ifade edebileceğini safça iddia etmektedir (zaman üstü ve mekan üstü). Deyim yerinde ise, bir yaralanma anı, tasavvufî bir aşkınlığın arka planı oluşturduğunu, fakat bu yegane (epiphany) farkındaoluşun, toplum hayatının tam tersi bir yerde, bireyin kendiliğinde cereyan ettiğini, bireysel olduğu için paylaşılamaz olduğunu aklımızdan çıkarıyoruz. Örneğin dünya, bir dervişin gözünden aktarıldığında, ilginç olan şey, o dünyanın, çevre tarafından da paylaşılan bir simge düzeneğinin olmasıdır, "leblebi" orada katmanlı bir göstergedir, paylaşılan bir gösterge, bir kelime değildir artık, aşırı motive edilebilmiştir. Şaka, hiciv, imge, metafor, analoji, eğritileme vb. gibi tüm o eski, güzel sanatlarda simge/sembol dünyamız ile imge dünyamız arasındaki açıklığın payı yok mudur? Öyleyse, şikayet ettiğimiz şeylerden biri, yaşadığımız zamanın çılgınlığı değil, tam tersine bu olağan çılgınlığın, akıp gidişi karşısında "tutunmayı" ve böylece "tutulmayı" seçen, dilin yılgınlığıdır. Bugünun felaketi, bugünün dili ile sevdalıdır ya da kavgalıdır, anlayacağınız dilden söylersek.
Biz, işte bu dilin, neliği üzerine tartışıyoruz, tartışmak istiyoruz. Bizimle birlikte, bunu tartışmak isteyen, tartışmakla kalmayıp, tatsız ve sonuçsuz bir sürü deney karşısında bocalamak isteyenleri, elbette bekliyoruz. Aradan geçen zaman içinde elimizdeki envanter, kuşağımızın şairlerinin, bizi ya da görsel şiiri ya da deney kavramını, hep yanlış anlamakta ısrar etmesinden ibarettir.
Dilin gayet şahsi bir araç olduğunu gözden uzak tutmayalım. Önce yüzyılın sembolleri, ondan önce yüzyılın simgeleri, bu yüzyılın göstergeleri, daha öncekilerin putları, kutsalları; özünde temsil araçlarından bahsediyoruz. Eğer temsil etmeye çalıştığımız şey ile birebir bir karşılık olağanımız yoksa, oraya bir "bağ" atıyoruz. Bu bağ, tıpkı moleküller arasında yer alan çeşitli bağlar gibi, birşeyleri, hayırlı olduğuna inandığımız bazı şeyleri bir arada tutuyor. Önce kelimeleri, kelimeler yardımı ile de insanları. Şiirden beklediğimiz böyle bir bağ mı? Öyleyse, insanlar neden etrafımızda değil?
Toplulukların, kendi dilleri ile tarihlerini uzlaştırabildikleri bir an olarak modern zamanlarda gelişen "şiir" konusunda, üzerinde düşünmediğimiz çeşitli sıkıntılar mevcut. Bu sıkıntılar, örneğin Batı'ya bakarak söylediğimiz gibi, "geçmişin tam bir reddî" olarak mı çözülebilecektir, yoksa uzun süren bir kavganın sonunda, geçmiş olanın, gerçekten geçmiş ve aşılmış olanın hakkı mı teslim edilmiştir? Böylelikle, geçmiş olması gereken ile bağ koparılmış ve onun da can çekişmesi önlenmiş midir? Eğer bu bir yol ise, bilim tarihini açıklayabilir miyiz? O sıkı katmanlarla dolu bilim, bugün karşımızda geçmiş olanın izlerini sadece sorularda taşıyarak, ama geçmişte verilen cevaplarla yetinmeyerek mi, karşımızda durmaktadır?
Hatırlayalım, lisede bize, bilimsel bilginin, doğru/yanlış karşısında sınanabilir, aynı zamanda da, geliştirilebilir olduğunu öğretmişlerdi. Bunun aksine sanatsal bilgi, doğru/yanlışı ahlaki birer ölçüt olarak alıp, kesin cevaplar, ya da kesinlenebilir cevaplar vermekten acizdi. Ama sanatsal bilginin kökünde yatan güzellik de tam burada ortaya çıkıyordu; tamamen bize, bana, sana, ona ait olarak da kendisine bir yorum alanı, böylece bir anlam alanı açıyordu. Bilmemnenin şu tablosunda yer alan şey konusunda, sen de, ben de, herhangi biri de fikir belirtebilirdi ve bununla hayatını, bunu böyle bilerek geçirebilirdi. Oysa, hiç birimiz, kendi öznel yargılarımızla bilimsel bilginin peşinde koşamayız, en azından bize söylenen bu.
Üzerinde ortaklaştığımız, anlamları konusunda hem fikir olduğumuz şeylerin içinde yer aldığı o büyük sözlük hakkında yanılıyor olma ihtimalimizi düşünmeli biraz da. Şiir, muhtemelen "sözlüğe" aykırı olması ile ünlüdür. Hiç bir dize, kuruluşu itibarı ile "sözlük anlamı" taşıyor olamaz. Öncelikle düşünce, o sözlük anlamının kenarında, enerji salınımı yapabileceği başka tuhaf alanlar da bulmayı seçer, seçmektedir. Özünde kelime, konuşma, yazma, bunlar, ne kadar bilimseldirler ki? Yani, biz bu kelimeleri, bütün bu alfabeyi, seçerken, gerçekten elimizde başka bir imkan var mıydı? Bilim, neden o "şey" için o "kelimeyi" seçtiğimizi açıklamaktan acizdir. Sanat ise, bu sözlük olmadan pek bir işe yaramaz. Fakat ortada bal gibi çeşitli açıklamalar ve maddeler mevcuttur. Sözlük, bunları garanti altına alır. Fakat, adlandıramadığımız şeylerin bir karşılığı için var mıdır Sözlük?
Adlandıramadığımız şey(ler) nedir, bunu elbette ifade etmemiz mümkün değil. Örneğin adlandırdığımız herşeyin ötesindeki herşey dersek, bu iki "herşey" biraz alengirli olacaktır. "Herşey" hem nedir?
Görsel şiir, işte sanıyorum, "herşeylerin" dili ile ilişkiye girme isteğidir. Bunu, yazınsalın ve sözelin yardımı ile değil, tam tersine, sözlüğün ve sözlüğe can veren her türlü kabullenmişliğin dışında bir alanda, "mecra" ile "anlam" arasında kurma çabasıdır. Bu kurmayı burada, yine bir hiyeraşiler ve kabullenmişlikler silsilesi olarak anlamamamız bizim için tercih edilebilir olandır. "Rastlantı"ya ayrılan pay, "hata" ile ilişkili bunca düşünme, belki otantik bir doğalcılığın olduğu kadar, "Kaos" ile bir şekilde iletişim imkanı aramak, elbette başka türlü etkenler olarak da kabul edilebilir. Kendiliğinlenliğin aranması, örneğin bir tarayıcı yüzeyin üzerine konmuş "şeylerin" düzensizliğinin belgelenmesi, en basit örneğini teşkil eder, görsel şiirin. Zamanımızın tini ve söylem alanı, insanların dili değildir. Makinanın dilidir ve görsel şiir makinanın diline karşı, insanca, pek insanca bir karşılık bulma çabasından başka birşey değildir. Şikayetimizi bir dilekçe ile makinaya ya da makinalaşmış olana veremeyeceğimize göre, başka birşey yapmak boynumuzun borcudur ve şikayetmiz bundan ibarettir.
9 Nisan 2008