“Hususi olduğu cihetle kendisinden başkası bunu açmaya mezun değildir. İçinde neşrolunacak bazı malakat ile sebeb-i intiharıma dair hususî bazı malumat verdim. Hükümetin buna müdahalesini mucib olacak hiçbir şey yoktur.” Beşir Fuad’ın Ahmet Midhat Efendi’ye bıraktığı mektup zarfındaki hamiş.
Birkaç güncel örnekle devam etmek istiyorum. Çok yakın bir zamanda, Enis Batur’un “Mazruf” isimli kitabı ya da iş’i demeliyiz belki de, piyasaya çıktı. Bu kitabın özgünlüğü ya da bunu bir kitaptan ayıran şey, kitabın tamamen Enis Batur’a gönderilen mektupların zarflarından oluşmasıydı. Zarf resimleri sayfalar içine yerleştirilmiş, gönderilme şartları belki de bu kitap düşünülerek projenin bir yerinden itibaren özenle korunan mektuplar, ufak notlarla sayfalara yerleşmiş. Bu tam da yüzeyin (zarf) altındaki/içindeki ile yer değiştirmesini hatırlatıyor bana. İşin pazarlama kısmını bir kenara bırakırsak, eskiden makbul olan “mektup” bir belge olarak yerini tam da bir nesne çılgınlığına, belki de yazarın/şairin en mahrem alanını ifade eden gizli hayatından, onları sarıp sarmalayan kırtasiyeye dönüşüvermiştir. Bugün büyük yazarların mektupları, el yazmaları ya da özel eşyaları onun “yazamadıklarının ya da yazdıklarının” göstergeleri olarak özenle saklanırken, bu örnekte, belki bilerek, içleri ortada olmayan ama dışları, yüzeyleri okura sunulmakta, bu kitapla. Burada kitabın tanıtım metninin tuzaklarına düşmezsek, göndereni belli olan, ama mesajı belli olmayan bir yığın zarf ile karşılaşıyor okur, yani mesajların yüzeyi ile. “Gönderen: Enis Batur” gibi elenmiş mektuplardan sonra şimdi de yine elenmiş, gizlenmiş belki de seçilmiş mektupların sadece zarfları duruyor önümüzde. Yanlış kardeş Beşir Fuad son anına kadar boş kağıda deneyimini ve eylemini yansıtmaya devam ederken, bize pozitivizmin uç noktasında duran bir bütünlük sunuyordu: okunabilir bir iç ile birlikte.
Ortada ne okuru saptırmak için bir alan ne de yaşanmamış olanın aldatıcı temsili vardır. Tastamam yanlış anlaşılmış, bilerek belki yanlış olarak uçlara götürülmüş ve sonu intiharla sonlanmış bir deneyim vardır. Beşir Fuad’ın kağıdının yüzeyi bir palimpsest değil, tamamen yeni üretim biçimlerinin bembeyaz sayfasıdır, kendisine göre (şairlere cevap vermek için erteler intiharını, bir hafta daha). Hiçbir çelişki görmeyecektir canına kıymakta, çünkü artık belki de kendisi olduğu yerde, geri dönmeye cesaret edememiş, deneyinin ya da yazısını büyük ve acı bir intiharla noktalamış ve kapatmıştır. Mazruf ise, açılmış ve yüzey olarak önümüze sürülmüş bir deneyimler silsilesinin, mahrem hayatın yüzeyinin okura bir tuzak olarak sunulması ile, hem Beşir Fuad’ın açık yapıtının ve gövdesinin intikamını almakta, hem de bir meta olarak kültür adamının nesnelerini, kültür alanına serpiştirmektedir.
Yayın hayatına birkaç ay önce başlayan Picus dergisi, kapaklarında popüler bir yazar ve popüler kültürün başka alanlarında yer alan diğer ‘ünlü’ başka bir kişiyi alıp, birlikte fotoğraflarını yayınlamakta. Daha çok haftalık bir magazin dergisinin kapağını andıran bu “kitap dergisi” daha çok yazı işleri kadrosu değil, halkla ilişkiler ve reklamcı kadrosu barındırmakta. Popüler kültürünün kendi işleyiş mekanizmaları açısından bu tür uygulamaların kanıksandığı bu günlerde, okurların tepkileri beni şaşırtacak düzeye geldi. Kapakta, örneğin, son sayılarından birinde, Ayşe Kulin ve Ayşe Arman birlikte poz veriyorlardı. Kitapçıda derginin kapağına bakarken, yanımda duran iki bayan kendi aralarında konuşurlarken şunları söyledi, bir tanesi: “aa, baksana ana kız gibiler, ne kadar birbirlerine benziyorlar.” Aynı mağaza içinde başka iki bayan da Tuna Kiremitçi hakkında konuşuyorlardı, biri hatırladığım kadarı ile şunu söyledi, kitaplara bakarken: “bu da birden parladı.”, diğer ise şu cevabı verdi: “valla ben bütün kitaplarını okudum, güzel, ama tabi böyle hafta sonu programlarına çıkarsa, biraz da eli yüzü düzgün olunca, konuşuluyor işte..”. Elbette okur, nadide bir yaratıktır, ama burada normal olmayan bir davranış var. “Ana-kız” gibi görünmek, “eli-yüzü düzgün olmak” gibi deyimlerle çekiştirilen ve dedikodu malzemesi yapılan yazar, okura ne gibi görünmektedir gerçekten. Yani okurun aradığı ile derginin yüzeyine, kitabın yüzeyine yerleştirilen arasındaki karşılaşma, nasıl bir anda gerçekleşmektedir ki, yazarın görünüşü, eli ayağı, fiziksel tarafları onu hemen bizim evin kızı ya da oğlu, damatlık delikanlısı yapmaktadır. Adorno “Kültür endüstrisi, müşterileri tarafından yönlendirildiğine ve onlara istedikleri şeyleri sunduğuna yeminle inandırmaya çalışır bizi. Ama özerk olduğunu kesinlikle yadsır ve kurbanlarını yargıç ilan ederken, özerk sanatın bütün aşırılıklarını kendi örgütlü otokratlığıyla fersah fersah geride bırakır. Kültür endüstrisinin yaptığı, müşterilerinin tepkilerine uyarlanmaktan çok, onları kalpazanca imal etmektir. Kendisi de onlardan biriymiş gibi davranarak biçimlendirir müşterilerinin tavırlarını” demekte.(*) Yayın dünyasını saran bu sürtünmesiz yüzeylerde gezinme ve metaları, önce okurları (alıcıları) yaratarak hayatı tümden kontrolü altına alma eğilimi yeni değil. Ama buralarda azmanlaşmasını son günlerde gerçekleştirdi. Şiir de bundan nasibini aldı elbet. Yeni bir yazar tipi ile birlikte aslında yeni bir şair ve şiir tipi de ortaya çıktı. Belki bilerek erteledi intiharını, ama yine de ölümünü ilan ettiği anda “sonsuzluk yerine yaşamı” seçtiğini de açık seçik belli etti. Reklamcı şair olgusunu şiirimizde görmeye başladığımız andan itibaren, Virilio’nun çözümlemeye çalıştığı ve Guy Debord’un tüm anatomisini önümüze serdiği bir çiftlenimler dünyasıyla –yaşamın kendisi ile, yaşamın yeniden üretimi- karşılaşıyoruz. Bu andan itibaren, reklamcı-şair ya da “olumlayıcı” diyebileceğimiz, uzlaşmaz olanla uzlaşır gibi yapan, uzlaşmaz onları uzlaştıran bir sanat/meslek erbabı çıkmaktadır ortaya. Sonuçta reklam da bir şeylerin propagandasını yapar, ama örneğin Mayakovski’nin ya da Sürrealistlerin kes-yapıştır kolajlarından daha farklı bir yerinde yakalar izleyicisini. Yüzeyde, tam da her şeyin sanat yapıtındaki işlerliğinden çok daha farklı bir içerikle, yüzeyde yakalar. Bu ister aşırı kapitalistleşme olsun, ister zenginleşmenin o seçkinci kinizmi olsun, isterse harcamanın sınırsız olduğu fütursuz bir sınıfın sanatı olsun, ne olursa olsun, kendini yüzeyde teslim alacak gözler yaratmaya devam edecektir. Bu da şiir sanatının ya da kısaca şairin uyarlanmasını getirmiştir. Son yirmi yıldır, kültürel birikim devamlı artmıştır ve artık bir birikim olarak, tıpkı sermaye gibi, dolaşıma sokulmuş bir meta halini alana kadar da, ötesi berisi çekiştirilmiş, tekdüzeleştirilmiştir. Piyasaya çıkan her yeni kitap, aç dimağları ya da anlamsız bir dünya karşısında anlam arayan devasa bellekli okurları değil, alışverişe çıkmış, öte beri ihtiyacını gidermeye çalışan bir orta/zengin sınıfı kandırmaya yönelik, kültürel nesnelerdir. Olumlayıcı olan’ın yanına Olumsuzlayıcı bir sanat yapıtı koyabilmek, bazı anlarda, öyle bir diyalektik sorun yaratmaktadır, öyle bir alanda, kendisini fesh etmektedir ki, insan her şeyin, her türlü sanatsal yapıtın, her değerlendirmenin, kültürün, bize ait olan her türlü yeniden-üretimin, tablonun karşısında kendisini çaresiz hissetmektedir. Olumsuzun gücü de, artık kendi metalarını üretmeye başladıktan sonra (özgün müzik, detayda kaybolan eleştiri, televizyondaki tartışma programları, ölçütsüz edebiyat dergileri, kuratörlü sergiler, sponsorlu sanat etkinlikleri, sivil toplum kuruluşları, yaylım olarak dağıtılan ödüller vs) geriye yapacak fazla şey kalmıyor gibidir.
Ama burada yapılmak istenen şey, toplumsal ya da kültürel bir eleştirinin merkezini oluşturmak değil. Fakat sadece şiir üzerinden okunamayacak ve yazılamayacak ve elbette ki bu anlamda şairin de yaşamsal faaliyetlerini, imge dünyasını, özellikle kentli şairler için mümkünün sınırlarını, esin perilerinin hangi marka jean kullandıklarını belirleyen bazı noktalar var. Bu metnin amacı, merkezinde hep aynı soruyu dallandırıp budaklandırmaktır: “Şiir, kendisini klasizme ya da baskıcı bir estetik biçime kaptırmadan, sırf yüzeylerde ışıldamadan bu anlamda, yaşamı değiştirebilir? Ya da değiştirmeli midir? Değiştirmek için ne tür siyatiklerden arınmalıdır?”
Bu tür soruların cevabını bize şair vermelidir. Modern şiir sanatı ya da Çağdaş Türk Şiiri gibi büyük ölçekleri anları, bir bir önümüze dikmeden soruyorum bu soruyu. Çünkü gelişimini buraya ve bu ana, tam da bu metnin yazıldığı yere kadar sürdürebildiğine göre, onun tarihi içinde oluşan tüm “tarihi bilgiden” ötede bir hareket olarak şiir tarihi, işte kültür endüstrisinin elinde oyuncak olma tehlikesine girdikten sonra, ortalama dört yüz civarında satan kitapların yazarlarını ve onların hareketlerini, ancak bu anda sorgulamamız, onları bağlı olduklarını söyledikleri ve durmadan önümüze sürdükleri tarihten bağımsız olarak sorgulamamız gerekiyor. Çünkü her ne kadar edebiyatı raflara ayırmakta ve rafları zerzevatla doldurmakta bir an bile duraksamayan kültür endüstrisinin kahraman fatihleri, bu edebiyat tarihine durmadan sarıldıkları ve onu dönüştürüp dönüştürüp tekrar dolaşıma soktukları için, ben şimdilik sular durulana kadar, yazımın nesnesini 90 sonrasında aramak zorundayım. Çünkü 90 sonrası hem bir sonuçtur, hem de bir sebep. Yani bu yazı bir anlamda bir eleştiri olurken, kendisinin eleştirisi de, ona yöneltilecek her türlü hareket de, o eleştiriye dahil olacaktır. Tam da bu noktada, önümüzde duran tüm şiirlerin, kendi yaşıtlarım da dahil olmak üzere, eleştirileri ve tanıtımları ile birlikte, bu düzene içkin kaldığını söyleyeceğim. Böylelikle en azından kendimi de eleştirinin nesnesini yapacağım için, söylediklerim kendimi de bağlayacak ve belki de yıkacaktır. Sonuçta amacımız şiirdir. Onu yazacak şaire seslenen yazılar bunlar...