ŞİİR SAVUNMASI

Birincil sekmeler

Çeviren: Aytaç BARUT

Rotterdam Şiir Festivali’nde geleneksel hale gelen Şiir Savunması’nın 2003 yılında Raoul SCHROTT tarafından yapılan sunumu.

Raoul SCHROTT ŞİİRİ SAVUNUYOR!

“Evet, müvekkilim hep fırsatçı olmuştur, bunu itiraf etmekte hiçbir sakınca görmüyorum.”

Savunma makamı Raoul Schrott, Dördüncü Dava Mahkemesi’nin jüri üyeleri önünde savunmasını sunmaktadır.

“İşte bu şiirin gerçek başarısı: Dünyayı olduğu gibi tasvir etmeye çalışırken, o, iki kelimenin çatışmasından ortaya çıkan paradoksların kökenini ifşa ediyor.”

BAYANLAR, BAYLAR VE JÜRİNİN SAYGIDEĞER ÜYELERİ!

Savunmama, Dördüncü Derece Mahkemesi'nde görülen bu davanın üç bin yıllık tarihini değerlendirerek başlamama izin verilsin.

Böyle yapmakla, iddianamenin nasıl kötü niyetli hazırlandığını ve ne derecede kin, önyargı ve cehaletle şekillendirildiğini göstermeyi amaçlıyorum. Mahkemeyi, ardı ardına yapılan temyizlerin her birinde, iddianın, nasıl da davanın farklı yönleri üzerinde odaklanmış olduğunu gözlemlemeye davet ediyorum. İddia ediyorum ki, tek başına bu durum bile, tecrübeli meslektaşlarımın yargılamayı bir gösteriye çevirmek amacıyla yargısal süreçleri istismar etmek niyetinde bulunduklarına karine teşkil etmektedir. Evet, yanlış anlamadınız. Zira, edebi eleştiri daima şiirin, böylelikle de müvekkilimin -ki onu bu mahkeme huzurunda temsil etmenin benim için büyük bir onur olduğu kanısındayım- yokolduğunu görme arzusuyla işe başlar.

İlk davanın duruşması, en son çağrılan ve müvekkilimi kasden sahtekarlık yapmakla itham ederek üstünlük sağlamaya çalışan bir kişi; ’un garazı tarafından şekillendirildi: Hayatın anlamı, ebedi gerçeği aramakta ortaya çıkmaktayken, müvekkilimin şiirinin taklidin taklidinden başka bir şey olmadığı ortaya konulmak istendi. Platon, suçlamasında şiirin hayali bir sanat olduğunu ileri sürdü: Her bir şey - bir ağaç, örneğin – cennette, en iyi bahçıvanların bile yetiştiremeyeceği, mükemmelliğine asla ulaşamayacakları formlara sahiptir. Şair yalnızca, kelimelerden başka hiçbir şeyi olmayan üçüncü el bir taklit sunuyordu. Kelimeleri kullanırken sorumlu davranmak yerine, saf bir etkinin dirayetine ulaşmak için onları kendi çıkarları için kullandı. Böylece o, harflerin yerlerini değiştirerek dilin köklerini karıştırmakla zan altında kaldı: Köksüz her şiir, kendisine ait harflerin yerlerini karıştırarak dili bozuk bir şiir olur. Bir mısrada ideal ağaca sataşarak onu şaka malzemesi yapmak ne eğlenceli bir özgürlük, bir küfür, ne de herhangi bir okuyucu için uygun bir kullanımdır. Bu, “tecrübeli” meslektaşlarıma göre, şiirin yalanlarının usun yaşamına bulaşan ve en çok da erkekleri çocuklara, daha da kötüsü kadınlara dönüştüren sari bir hastalık olduğuna dair makul bir delil teşkil eder. Platon bu yüzden, müvekkilimin mesleğini icradan men, ülkeden sürgün edilmesi ve tüm şiir kitaplarının halk tarafından yakılması isteğiyle en ağır cezayı talep etmiştir.

Günün jürisi davalıyı delil yetersizliğinden beraat ettirdi. Fakat iddia makamı davayı temyize götürecek bir dayanak buldu. Müvekkilim, birbiri ardına açılan davalarla uğraşırken her şeye rağmen ayakta kalmayı başardı. Yüzyıllar boyunca süren baskılara ve itiyadın önemli ölçüde değişmesine rağmen yine de çok şaşırtıcı işler yapmayı başarmıştır. Daha sonraları, sıradan okuyucu iyice sıradanlaşmadan önce, edebiyatın patronlarının himayesine başvurmaksızın kendi yerini korumayı bilmiştir. Zorluk, yıllarca süren yasaklardan dolayı, kendisini çağının siyasi ve dini otoritelerine bağımlı kılan güçlerle uzlaşma arayışından kaynaklanmaktadır. Bakınız bunun örneklerini, ‘Aeneid’ lerinde yaymaya mecbur edildiği cumhuriyetçi propaganda da, Meryem’i anlatan zarif, sevgi dolu şiirlerinde ya da İlahi Komedya’da Hıristiyanlığa sunduğu faziletli sadakatinde görebilirsiniz.

Fakat daha sonra, 1955 İngiltere’sinde bir başka davaya bakalım: Bir sonraki büyük davanın açılmasına karar verilmişti. Bu davada davalı, kıdemli ortağımız Sir Philip Sdney tarafından temsil edildi. İddia şuydu; müvekkilim eskiden beri tekrar edilen yalanları yaymaktan başka bir şey yapmamıştır. Fakat bu davada iddia makamı, temelde müvekkilimin uğraşının herhangi bir şekilde kültürel bir karışıklık çıkmasında doğrudan bir etkisinin olmadığı yorumundan hareketle, devletin çıkarlarına zararlı davranışlarından dolayı toplumdan sürgün edilmesini talep etmekte tereddüt etti. İddia makamında olan dar kafalı bir Protestan, Gosson, neredeyse 11 saat sonra şunun farkına vardı ki, iddiaları, istese de istemese de, tutanakların yok sayılması üzerine kurulmuştu. Bir umutla elindeki son kozunu oynamaya karar verdi. Müvekkilimin şiirinde pornografiyi kurmak ve yaygınlaştırmakla suçlu olduğunu idiia etti. Şöyle diyordu: “Bizi ahlaksız arzularla zehirliyor... Yapmaya çalıştığı ‘insan aklı’nı günahkârlık ve şehvet dolu aşkla kirletmektir.” Gerçek şu ki, şiirin devrimci erkinin etkisiz olduğu yorumuna dayanan bu strateji değişikliği kendi içinde çelişkili ve tali öneme sahipti. Jüri kararının deneyimli meslektaşlarımın en az ilgilendiği nokta olması dikkate değerdi: tüm dikkatleri yalnızca, sanığı toplumun gözünde gülünç duruma düşürmeye ve etik olarak kuşkuyla bakılmasını sağlamaya yönelmişti. Bu sukatılmamış bir iftiraydı.

Müstehcenlik savına, buna ‘suistimal edilmiş insanın aklı’nın değil ama şiiri yalnıza erotik içeriği için okuyan ‘insan aklının suiistimal edilmiş hali’nin bulduğu şiirselliğin dayanak olabileceğini kanıtlamaya çalışarak kısa bir cevap verdik. “Şiirin yararsız ve gerçeklerden azade olması” Demokles’in ebediyen başımızın üzerinde asılı duracak kılıcı gibi bir iddiaydı. Bu durumda şiirin gerçeklere dayanma gibi bir iddiasının olmadığını savunduk. Ki şair “hiçbir şey ispatlamakla uğraşmaz ve asla yalan söylemez”. Şair asla neyin ne olduğunu söylemeye çalışmaz; çalıştığı, şeylerin ne olması ya da olmaması gerektiğidir. Ağaç metaforuna tekrar dönecek olursak; şair gerçeğin yatağındaki imkanların tohumlarını serpen, okuyucuların kafasında erdemin imgesini yetiştiren bir bahçıvan gibi düşünülmelidir. Bu bakımdan, tanıklıkta uzun süreli denemelerle zorla kabul ettirilmiş hayali yasaklara rağmen, analojiyi genişletmek için yine de küçük bir şansımız var. Bir ağaç hakkında düşünmek sonunda bizi onun radikal kökenini tanımlamaya, dahası onun sahasına ve kübik kökenine sevk edebilir. Öyle ki onu kavramadan önce, alay konusu bu ağaç sayesinde, ışıktan yapılmış maddede uzmanlaşıp, nanoteknolojik bitkileri yetiştirip, yörüngelerde bir yaşamla uzayda yayılıyor olabiliriz. Soluk kesici bir sürpriz - ve mahkeme salonunda gittikçe yükselen alkış sesleri.

Tüm imgelemi didaktik buyruklar altında şekillenen Antik Yunan “Eikastike”sinin -modern etimolojistlere göre ‘güzel şeylerin mükemmel tasviri’- “Phantastike” den daha sefih olduğu zamanı anlatmaya çalıştık. Tıpkı “retorik ve mantık”, “dil ve akıl” arasındaki ilişkide olduğu gibi. Böylece şiir yepyeni ya da hiç duyulmamış olana nüfuz etmemize izin vererek “konuşan bir resim” olabiliyordu. Epifani (zuhurat), ya da aşkın biçimlemenin gücüyle darbı mesellik. Zira şiirin işlerlik değeri onun ‘insanoğlu için en etkili ikna edici güç’ olmasına bağlıdır. Jürinin bir kısmı bizimle aynı fikre sahip gibi - şiirin gerçek gayesine dair sorular azalıyor. Şair - ki burada onu anlatmak için zaman harcıyoruz - yalnızca imgelemleri ona, toplumun çeşitli ideallerini kullanma hakkı veren bir fanidir. Onun tek başına, bunları toplumun iyi vatandaşları lehine hayranlık veren bir biçimde betimlemek için güç ve fırsatı vardır. Tabii ki bunu, sahneye kendi özünde bütünleştirdiği ideal düşünür, ideal politikacı ya da çağının dehası şeklinde bir figürü getirerek yapmaktadır. Dahası bu vasıfların tümü onun çalışmasında kendini gösterir.

Şu ana kadar Jüri bizim tarafımızda yer aldı. Göründüğü kadarıyla Dame Fortune bile. Şanslıyız ki, çeşit çeşit maskeler, çeşitli eşkâl ve kurnazca numaralara rağmen müvekkilimin kişisel tercihlerini ortaya dökmeye - böyle âli bir ereğin peşinde - gerek kalmadı. Tabii müvekkilimin, bir filozof, asker, ya da âşık oluşundan ziyade, amatör bir aktör, bir züppe ya da çapkın olarak anlaşıldığının da itiraf edilmesi gerek.

Ama kendiniz bir bakın, bayanlar, baylar, sayın jüri üyeleri. Ecce homo: Sanık! Geçen yılın görkeminden pek bir şey kalmamış, değil mi? Modayı takip eden biri gibi görünmüyor: kalkık yakası, kolalı gömleği ve briyantinli bıyıkları ile sanki bu zamana ait değil. Şu ayakkabılar, ekose pantolonu ve tüvit ceketi ya da kasketi, onun altındaki ince ve sarı saçlarını gizleyebileceğini düşünüyor. Son derece dikkatliyim bayanlar baylar, tüm bunlarla özellikle olumlu bir izlenim bırakmıyor ve kendisini önceki kibirli tavırlarına iten yüzündeki melankolik ifadeyle daha sempatik görünmüyor. Bu, tabii ki zorda olsa, müvekkilimin neredeyse otuz yıl önce çağırıldığı üçüncü davanın son mahkemesindeki kamu savcısının– kendisi tesadüfen müvekkilimin eski bir meslektaşıdır - müdahalesine bağlanabilir. O davada deneyimli meslektaşım sanığı itibarını yitirmiş önemsiz bir burjuva, insanlara inanç satan, kendi adına söyleyecek hiçbir şeyi olmayan ve değişen toplum adına hiçbir kaygısı bulunmayan biri gibi sundu. Durduk yerde, ağaçlar hakkında bir konuşma neredeyse bir suç sayılıyor ve uyak bile tepkisel bulunuyordu. Dahası onlara göre şiir ideolojik bir propagandadan başka bir şey değildi. Ancak daha önce de söylediğimiz gibi, düşman ne kadar büyükse kazanılan onur da o kadar büyüktür. Bize karşı yapılan bu suçlamaları daha öncekiler gibi zarifçe reddedebilecekken, müvekkilim bu sefer de basitçe yanılgıya düşürülerek Pablo Neruda müstearıyla kaleme alınan sol kanat şiirlerle yanyana getirilip, diğer davalardaki gibi uğraştırılıyor. İnsanlar solculukla itham etmekten yorgun düştükleri gün gelinceye dek, müvekkilime bir kez daha gerçek yeteneklerini göstermek için izin verildi.

Evet, müvekkilim hep fırsatçı olmuştur ve bunu itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum! Eğer hâlâ biraz şaşırmış görünüyorsak, tabii ki bu, anarşist, demagog ve pornografiye düşkün olarak suçlandıktan, işimizin gerçekliğini ispatlamaktan ve değersizliğinden sorumlu tutulmamızdan sonra dillendirilen ‘’ ve ardından ‘Yesterday’s People’ ın rağbet görmüş olmasındandır. İnsanlar bizi kolayca görmezden gelebileceklerini düşünüyor gibiler. Akıl sağlığımızın yerinde olmadığını ilan ediyorlar. Dinleyicilerimizin önemli bir çoğunluğunu ve bir zamanlar sahip olduğumuz sosyal konumu kaybetmemizi delil diye sunuyorlar. Hatta bugünlerde ikinci sınıf mizah dergileri bile bizi dikkate değer bulmuyor. Bizi dinleyecek birilerini bulma umudu ile kışkırtıcılık yapmaya çalışmak onların iddiasına göre bizim son çırpınışlarımız.

Kuşkusuz, müvekkilimin kendisiyle hiç barışık olmadığı konular da vardır. Şunu gönül rahatlığı ile söyleyebilirim ki, kendine güveninin hiç olmadığı kadar az olduğu ve ilginç kariyeri boyunca babası sanıldığı pek çok gayri meşru çocuğu tanıma eğiliminin her zamankinden fazla olduğu bu noktada takılmamalıyız. Onun lehine mahkemeye çağırabileceğimiz şu kişileri bir düşünün - George Brassens, Jacques Brel, Fabrizio de André, Ivano Fossati, Chico Buarque, Caetano Veloso, Leonard Cohen, Patti Smith ve Bob Dylan… Gerçekten ünlü pop şarkıcıları, müzisyenler, hip-hopçılar ve - özellikle sonrakiler. Eskiden beri uğraşları başka bir şey değildir. En çok satan yazarlar, romancılar, reklâm yazarları; tüm bunlar, müvekkilimin miras aldığı hayranlık verici sanatı, üstelik onu ayakları altında çiğneyerek, çarpıtıp, kendi çıkarlarına uygun hale getirdikten sonra paraya çeviriyorlar. Oysa kariyerlerinin başlangıcında uğraştıkları şey, müvekkilimin de meşgul olduğu (klasik Yunan sezgisinden) başka bir şey değil. Fakat kendini beğenmişlik bunu itiraf etmeyi engelliyor.

Ve işte problemimizin kökenine daha da yaklaştık, bunlardan biri-söylemek için müsaadenizi diliyorum-üç yüz yıllık tarihimiz boyunca görmezden gelindi. Zira müvekkilime karşı ileri sürülen çeşitli suçlamalar yalnızca, müvekkilimin, onu yaşayan bir ölü gibi kıyıya savuran ve Akdeniz’in poetik mirasını unutkanlığın girdabında boğan medya devrimi ile çatışması gerçeğinden çıkartılmıştır. Kalan tek soru; onun(şairin) uğraşının gerçekliğini ve değerini feda edip etmediğidir.

Almanca ‘Dichtung(Şiir)’ kelimesi ‘Diktion(telaffuz)’dan türemektedir ve bu kelime tüm şiirsel olanı tanımlar. Karakteristik anlamı ‘konuşan resimler yaratmak’ taki edimsel ifadeden gelir. Tabii bu şekildeki söyleyiş için mevcut teknik kaynaklar - mecaz ve teşbih gibi düşüncenin figürleri, hem de vezin ve kafiye gibi akustik figürler -basit, belirgin bir amaç için geliştirildi: Bilgiyi hatırlanabilir yapmak, bir nesilden diğerine aktarabilmek. Bunu, yalnızca var olan hafıza sistemini ortaya çıkarmak için dildeki standartlaşmış müziksel formları kullanarak (saygı değer jüri üyeleri bir şarkının sözlerini melodisini mırıldanmadan söylemeye yeltendiklerinde belki zorlanabilirler), yerleşik deyim ve kavramlarla(Homer’in Kurnaz Odysseus’u, ya da örneğin bizim ‘Aziz Tanrımız’) veya görsel benzerliklerin bariz anlamlarıyla nesnelere belirgin karakterizasyonlar vererek de yapmaktadır(‘Gül Parmaklı Eos’). O halde bunlar, sesi ve görüntüyü senkronize ederek olan biteni zihnimizde canlanan bir film gibi(akıl sineması), bir oyun kadar eğlenceli, propaganda ve ahlaki değerlerden oluşan geniş içerikli tarihsel anlatılar ve eğitici dokümanlar üretmek için kullanılabilir. Böylece, o günün koşulları, değerler ve kültür ilk doğduğu yerdeki imkânlarıyla diğer nesillere aktarılabilir olacaktır.

Şiirin icat edilmesi yalnızca bu amaç içindi. Bu amaç ona, zamanı aşan bir dil olarak formüller üretebilmesini sağladı. Böyle yaparak yaşatılabilen gelenekler (sözlü kültür) şiirin edebi bir form olarak kabul edildiği birkaç milenyumdan daha yaşlıdır. Fakat bu durum tam olarak problemimizin en önemli noktası idi. Alfabenin keşfiyle olsa gerek (yazılı kültür) şiir aniden fonksiyonunu ve varoluş sebebini kaybetti. Yazının gelişimi şiirin teknik dilinin, enformasyonun aktarılmasında daha fazla gerekli olmadığı anlamına geldi.‘İdea’lar ve gerçekler yazıda şiirin matris dilinin öncelikli iletiminde olmadan yer alabiliyordu. Avantaj görünen, bilginin tüm alanları; buna doğa bilimleri, felsefe ve hukuk da dâhil, şiirin kısıtlamalarından özgürlüklerine kavuşmuş oldular ve kendilerini özerk disiplinler olarak kurdular. Zira artık, materyalleri dolaysız olarak yazıda kullanılabilir oldu. Aktörlerinin artık gündelik konuşmaları kullanabildikleri, drama gibi yeni şiirsel türlerin doğmasında dabu gelişmeler etkili oldu. Dezavantaj ise şiirin envanterinin birdenbire kabarmaya başlamasıydı.

Şiir asla temel işlevini kaybetmenin üstesinden gelemedi. Bu, kazara tüm dertlerinin ve önümüze getirilen tüm iddiaların da başlangıcı idi. Bu bizim cennetten kovulmamız anlamına geliyordu. Platon şairlere çokça yeni vasıflar yükleyerek bunu yaptı zaten. Mizacı nostaljik bakışa eğilimli olduğundan görevleri kültürün aktarımını elinde bulundurmak olan antik ‘Aoides’lerin - şarkıcılar, kahinler, Tanrı ve tarih tarafından yetkilendirilmiş peygamberler -ölümüne yas tutmuştu. Tabii yazının devrimci gelişimini takiben dönüşüm daha sonraki bilgisayar çağından daha az radikal değildi. ‘Aoide’ler; şairler, ateist yapımcılar, dilin ukala sanatçıları, ağzı bozuk deyim tüccarları olarak büyük bir değişim geçirdi. O tüm salahiyetini feda etti, tüm önemini kaybetti ve yalnızca bir ‘yazar’a dönüştü. İtibarının son izlerini de kaybederek.

Şimdi elimizdeki gerçeklerin farkında olarak - saygıdeğer jüri üyeleri - savunmamıza devam edeceğiz. Savunmamızda sanığın davranışlarının etkisinin, tamamen zıt şartlarda gelişen delillere rağmen, lekelenmeden kaldığına dair kanıtlar sunacağız -ama onun uğraşı, daha önce sözü edilen büyük değişikliklerin belirgin önemiyle artık daha farklı bir bakış açısından değerlendirilmeli. Muhtemelen yüzlerce yıllık yaşıyla bir sanat formunun; sözlü şiirin orijinal karakterinden bozulmamış olarak ne kalmıştır? Pek bir şey değil. Geriye kalan, ister kendi dilimizin yetkinliğiyle, ister yabancı bir dilin ritmiyle bir şiir dinleme deneyiminden ya da şiir sesinden aldığımız zevktir. Bu müziğe ait metrik dilin niteliklerinde yaşayan bir şey: Şiiri ezberden okuyanı ve dinleyiciyi bir araya getiren, nefes alışları ve kalp atışları dizelerin muntazam perdeleriyle senkronize eden toplumsal bir deneyim. Kitabi kelimelerin arkaik bedenselliklerini ıslah eden bir deneyim. Sözlü şiir için tuhaf görünen bir iletişim formuna yol açan, dine verdiği hizmetlere dayanan kökleri hatırlıyoruz. Başka bir deyişle, o deneyimde iletişim istişare oluyor. Eğer bu gelişmenin doğruluğu sebebin dikkatli araştırmasından kurtuluyorsa, aynı şey onun metotları için söylenemez. Bu bakımdan onun ikna edici gücü yaşamaya devam ediyor. Bugüne kadar politik demagogların ve reklam yazarlarının ya da onu arayan herkesin sessel ahengin kinayesi yoluyla kutsallaşma isteklerini açığa çıkaran mesajlarını yollamak için kullandıkları bir güç.

Elbette bu, uyuşmazlık yaratmaya yönelik böyle bir beyin yıkama meylinin niçin dini, ekonomik ya da popülist politikanın bakış açısından - fakat şiirin değil - ele alınması gereken bir mesele olması gerektiğini yeterince açıklamıyor. Sebep şu ki, poetik araçlar eskiler tarafından açıkça bilinen ve herkes tarafından anlaşılabilir amaçlar için yağma edildi. Her ne kadar şiirin kendi içinde bir amacı var gibi gözüküyorsa da. Bu tabii ki gerekli görülebilir, saygıdeğer jüri üyeleri, ki biz onun yetkilendirilmesi meselesini aydınlatmaya çalışıyoruz. Otorite, sözlü şiire bir zamanlar onu öven eskiler, övdüğü tanrılar, eğlendirmek için aradığı dinleyiciler ve yaydığı ‘bilgi’ tarafından bir unvan olarak verildi - bu durumda, cennet bahçesindeki Âdem ve Havva’dan daha az önemli değildi. Yazının gelişimiyle beraber bunu uğraşı için çok geçmeden benimsedi. Müvekkilim bilgi ağacından aldığı acı elma(kendini bilme)yı ısırdı (Almanların söylediği gibi) ve yedi (bu motifi son bir kere daha kullanmama izin verilirse). Bundan böyle o kendi kurallarını koyuyordu. Düşünürler onun şiirlerine geçmişte hep yaptıkları gibi artık daha fazla yetki vermediler, ne de onun arzularının bir Tanrı tarafından kontrol edildiğini onayladılar. Bunun yerine o, bundan böyle ürettikleri için kendi haklı sebeplerini bulmaya zorlandı.

Günümüzde benimsenen edebiyatla beraber, şiir belirgin statüsünü kaybetti. Platon’un da yakındığı gibi, bunun sebebi yalnızca metnin yoruma açık olması değildi. Kelimelere dayanan, ses perdelerini veremeyen ve insanların gerçekte ne demek istediklerini gösteren mimik ya da jestlerden yoksun olmasından değildi sadece. Hayır, bunların yanı sıra, bu sayede ortaya çıkan belirsizlikteki büyüme ile şiirin evrensel anlaşılabilirliği ve ulaşılabilirliği zayıfladı. Oysa sözlü şiirin epik doğaçlaması, bilginin arı parçacıkları ile genelleştirilmiş terkibi ve sürekli tekrarları dinleyicilerinin dikkatini anlık ilgilerle çekiyordu; şiir o anda okuyucusuyla muhatap oluyordu. Onlar için şiir sınırlı bir mevcudiyet kadar görseldi. İstenildiği kadar sık okunabilmek metinin başlangıcıydı -şiirin her seferinde daha da karmaşıklaşan örgüsü ancak tekrarlanan okumalarla anlaşılır hale geliyordu. Fakat burada da şiir dinleyicilerinin geniş bir kısmını kaybetti. Gerisi için önemli olansa perdede gördüklerinden çok zihinde canlanan şeydi.

Görebileceğiniz gibi, sanığın gerçeğini ortaya çıkarmada, bizi suçlayan tüm iddia makamlarından daha ciddiyiz. Ve sonunda bu, savlarımızın gerçekliğinin ispatlanmasıyla şiirin biricikliğini ve taklit edilemez oluşunu ortaya çıkarıyor.

Pek çok şiir kâğıt, kalem ve zeki bir okuyucudan oluşur. Ezberden okuma ve dinleyiciler; hafızaya bağlı olan bu indirgeyici faktörlerin tümü daha az önemli olduğunda dize daha özlü ve karmaşık olur. Fakat bunun başka bir etkisi daha vardır: önemli bir ortam olarak fonksiyonunu kaybettiğinde, şiirin kendini konu almaktan başka bir alternatifi yoktur. Artık o dikkatini kendi kurallarına ve kaynaklarına çeviriyor. Bunların en önemli olanı belki de metafordur. En eski meslektaşımız, şiiri Platon’a karşı savunan Aristo’nun dediği gibi: “Şimdiye kadar yapılan en iyi iş bir metaforun emrinde olmaktır”. Yalnızca bu, bir başkası tarafından söylenemeyecek olandır. Bu dehanın işaretidir; uygun metaforları oluşturabilmek benzerlikleri görebilecek bir göz anlamına gelmektedir.

Şiirin kıymeti analojiyi kendi temel kaygılarına çevirebilmesinde yatmaktadır. Metafor önceleri nesnelerin taslağını daha keskin terimlerle çıkarmak için bir araçtan biraz fazla bir şey iken, şimdi anlama yetisi haline geldi. Kendi kullanımındaki önemiyle: her buluş ya da keşif Arşimet’in hamamdaki aha(buldum!) - deneyimine, bir şeyin başka bir şeye benzemesinin kavrayışı ile götürülebilir. Bu think-tank’lerın ve kreatif stüdyoların, önde gelen bilim ve teknoloji laboratuarlarının kullandığı, şarap eleştirisine (hiç bir gurmenin üzüm tadı veren bir şarap hakkında yazdıklarını okudunuz mu?) temel olan benzerlik ilkesidir. Fakat bu daha fazla bir şey: gerçekte bu nesnelere anlam verdiğimiz tek yol olan bir x = y mekanizması. Onun yardımıyla çevremizdeki dünyayı adlandırıyor ve onu anlaşılabilir kılıyoruz. Kendimizle başlarsak, vücudumuzun farkında olarak çevremizdeki nesnelere uygun - bir masanın ayağından bir dağın eteğine kadar - olan metaforları kullanırız. Çünkü biz, varolmayan bir şeyi hayal etme yetisine sahip değiliz. Zira her yeni icat daha önce geliştirilmiş olandan yola çıkarak; her yeni keşif zaten bildiğimiz bir fenomenin ışığında önümüze serilir. Ve böyle meseleleri en önemli sorunu olarak dikkate alan bu disiplin şiirdir. Böylelikle ilk argümanımızı sonlandırıyoruz.

İkinci argüman: sözlü şiir, şiiri okuyanın, şiirin ve dinleyicilerin saf bir varlık anında bütünleşmesi sırasında hafızanın bir becerisi iken, yazının şiir üzerindeki güçlü etkisi onun zamansızlığını ortaya çıkarmaktadır. Saf bir varlığın bilinci muhtemelen, yaşadığımız gün içinde, Parlock adamının kapıyı çaldığı poetik ilhamın özel bir anına hapsedilir. Geriye kalan ‘idea’nın detaylandırılması, suni formlarla - gerçekte ‘an’ın kendisinin yeniden çözümlenmesi ile şiirin inşasıdır. Aynı anda, bu işin konusu -hafızanın kendisiyle- şahsi gönderimlerdir.

Hafızamız ne bir video kaydedicisi, ne de istediğimiz zaman ileri ya da geri alabileceğimiz bir teyp kasetidir. Tersine: her hatırladığımızda geçmişi yepyeni ve her seferinde baştan birleştirilen parçalar gibi yeniden inşa ediyoruz. Eğer sözlü şiiri bir filme benzetirsek, lirik şiir bir fotoğrafla daha çok ortak noktaya sahiptir. Eskilerin onun alanını, geçerliliği evrensel olan geniş bir tuvalde gösterdikleri halde, sonrakiler gerçekliği-tanımı ve ifşası uzmanca kullanılabilir- önümüze sereceklerini iddia edebiliyordu - tabii ki bunlar nesnel ya da öznel olabilir. Ve şiir kendi epik kapasitesinde, geleceğin faydası için geçmişin dünyasında başka bir konuya geçebilirken-sözlü şiir zamana bağımlı bir alış veriş olarak - bugünün şiiri kendi aktivitesini zamandan bağımsız olarak görmeye daha uygundur, dizeleri bu boyutu askıya alan ‘an’lar ileri sürse de.

Bunun sebepleri metrik dilin müziksel kısıtlamalarında, uyakta ve strofik formda yatar. Bu üçü, ortak tekbir karakteristiğe sahiptir. Önemi, sözlü şiirde de (pratik olarak pek önemli olmadığı halde) şiir daha kendine dönük olduğunda ortaya çıkar: geçmişe bakışa esasen yinelemeli yapılar neden olur. Uyak kelimeye ait sesinin ön - belirleyici yankısından başka bir şey değildir; nakarat bizi başlangıca götürür; dizelerin ses ahengi sonsuz tekrarların tekdüzeliğini ima eder. Bu şiirde zamanı dizginlenebilir kılan şeydir, ya da gerçekten onu hareketsiz bir noktaya getirir, öznel faktöre, ne selüloidin ne de dijital plastiğin sağlayamayacağı, dayanıklı bir nitelik veren tek bir form haline gelerek.

Bununla birlikte, onun, sadece mahrem ya da tamamen kişisel olanı aşma kabiliyeti ikinci bir faktör nedeniyledir. Bu faktör, müzik gibi, bozulmamış yazının devrimci etkisini yaşatmaya çalışmıştır: Şiirin figüratif dili (edebiyat onun retorik yeteneklerinin üzerine hiçbir şey eklememiştir). Modern şiirin çoklukla dayandığı fazlasıyla bireysel öneme haiz hayli öznel duruşunun söyleyişte yol açtığı uyumun nesnelleşmesine bir teşekkürdür o. Bunu kişiyi ibret verici, temsilci ve evrensel bir hale getirerek yapıyor; ve bu, şiirlerde görüntüyü ve sesi, dili ve müziği, zekayı ve duyguları içeren bütün bir sanat çalışmasıdır. Bir anın bütünlüğünü en insani boyuta indirger. Yalnızca bir şiir bunu yapabilir – zira şiir hiçbir öykünün anlatamayacağı, hiçbir dramanın canlandıramayacağı bir şeydir.

Peki, gerçek ne? İyi şiir kötü şiirden, yalnızca şiirin kendi terkibinin gerekliliklerini sağlayan bir ölçüyle ayırt edilir- bunlar anlambilimsel, mantıksal, alegorik ya da metaforik, görsel(yazının Eros’un kanatları biçiminde şekillendiği Alexandrian’ın el yazmaları gibi) ya da matematiksel (sihirli halkalar tarafından kullanılan kombinasyonun biçimsel kuralları gibi; ‘hypogram’ın varlığı Saussure tarafından savaş şiirlerinde, Guihelm ve Villon’un ortaçağdaki ‘Gematary’ çalışmalarına bağlı şarkılarda ya da ‘Oulipan’ların getirdikleri yasaklarda ispatlandı) olabilir. Bu durum, ‘kıyas’ın kapalı mantığını taklit eden sonelerde, ya da semantik çerçevesinin her görünümünü keşfetmeye çalışan alegorik şiirlerde gerçeklik kriteri bağıl olarak problematik değildir. Fakat ne çeşit bir gerçek şiirin içinde yaşar. Tıpkı Inger Christensen’inkilerdeki dünya gibi, ki onun içinde dünya Fibonacci dizileri olarak ya da - kolayca görülebilir - uç seslerin ahengiyle oluşan şiir kıtalarında şekillenir.

Doğru olabilmesi için fazlasıyla absürd olabilir ama antik Sümerler bile benzer seslere sahip kelimelerin temel seviyede ilişkili olduğu sonucuna varmışlardı. Şaşırtıcı bir şekilde inançları nörolojideki araştırmalarla doğrulanmıştır: bir dil laboratuarında ‘rhyme’ kelimesini her duyduğunda elektrik şoku verilen bir insan daha sonra ‘time’ ya da ‘crime’ kelimelerini duyduğunda da bir tepki vermektedir. Şu çok açık ki kafiye’nin biyolojide bir temeli vardır, gerçeklik bir hak olarak onun kendi doğruluğundadır. Fakat metne bağlı grafikleri birleştiren şiir, nesne şiiri nedir? Burada da yeniden yazılacak bir poetikaya ihtiyacımız var. Şu da söylenebilir ki, elbette, bu görsel figürler en sonunda doğada var olan yapıların figüratif taklitleri ile antik Yunan düşüncesinde benzerliğe dair fikirleri örnek vererek meşgul olur: bir yorum gibi anlaşılabilir ya da gerçeğin betimlenmesi… Belki de tüm bunları sağlayabilecek şiirden daha yoğunlaştırılmış bir sanat formu yoktur. İddialarımızı sonuçlandırmak için bu yeterli olmalı ama daha söylenmesi gereken çok şey var.

Şunu bir kere daha iddia ediyoruz ki; şiir, kendine has kurallarla öne çıkar: dilin farklı sistematik düzenlemeleriyle. Dil ve düşünce iç içe geçtiğinden beri her ikisi de hakikati kendiliğinden içermektedir; Kökeni kelimelerdeyse şiiri yapan herşey doğrudur. Bu bakış açısından şiir - analojinin modern çerçevesini riske atarak- bir çeşit modül gibi görülebilir, kıtalar devre kartları, ve dizeler devreler olarak. Bu IT jargonunu bir adım daha ileri götürerek görebiliriz ki, şiirin dikkatli bir şekilde şifrelenmiş dili gerçeklik ve bilinç arasında bir iletken gibi davranırken, şiir bütünsel olarak gerçekliğin haritalandığı kipleri tanımlar, hem de ona ulaşılmasına ilk elden izin veren deneysel bir tertibattır. Burada sonuca götüren faktör poetik çipin iletkenliğidir; eğer hâlâ şiirin doğruluğu hakkındaki sorulara bu bağlamda devam edeceksek. Gerçekte problemi bağıl ifadelerle gösteriyoruz. Bu noktada ‘doğru’ ya da ‘yanlış’ı konuşmak, ‘iyi’ ya da ‘kötü’yü konuşmaktan daha uygundur. Dili düzenleyen biçimsel prensiplerin daha katı kurallara dayanması, daha özenli icrası ve daha etkili şiir, araştırma ve keşif için bir araç olarak kullanılabilir – zira yalnızca şiirin halis doğruluğu bir modüldeki verilerin uğultusunu bastırabilir. Onun ne çeşit bir programı gerçekleştirmek için amaçlandığı önemli değil. O daima bize gerçek hakkında bir şeyler söyleyebilecek durumdadır. Böyle yaparak daha doğru, daha kapsamlı, etkili ve iç devrelerin performansı daha iyi olacaktır.

Bunların ekrana yansıttıkları diyagramlardır - dünya haritalarına benzeyen diyagramlar: bazı yağış miktarları, deniz akıntıları ya da rüzgârın yönü; bazıları jeolojik desenler, rakım ya da sıcaklık, diğerleri nüfus yoğunlukları ya da diğer istatistiklerdir. Bayanlar ve baylar, tezimin dayanağı çok açık olacak: bu program tarafından üretilen haritaların her biri için belirli bir cephe açığa çıkar. Bunu üçüncü argümanım olarak sunmama izin verin.

Yine de bu şiirin yalnızca tek bir karakteristiğini kapsıyor. Öznelliğin girdi ve çıktıları ile bir modül olarak tanımlanan ‘Şiir’ ve ‘Dünya’ herkesçe malum bir bilgiişlem tekniğinden başka bir şey oluşturur. Saygıdeğer bayanlar ve baylar, jürinin değerli üyeleri, müvekkilim dizelerini daha pragmatik terimlerle gösterdiğinde - tüm bu teknik metaforlarla geçen sure boyunca çok bezgin görünüyor -, şunun tam olarak farkında; bir konuşma edimi olarak onlar insanlar arasındaki bir çeşit gizli toplantıda tasvir edilen gerçeklerden kasten sapmaktadır. Bunun sebebi a) o genellikle gerçeklerden - çoğu zaman banal bulduğu - daha çok orijinallikle ilgilenir; b) çünkü dil bir araç olarak kesinlikten yoksundur ve c) bu poetik söyleyişin farklı tarzlarından kaynaklanır. Fakat bunun yanı sıra d) edebiliğinin karmaşıklığından dolayı ve e) organizasyonunun birkaç prensibi tek bir şiir içinde uyuşmak için son derece elverişlidir. Ve bu yüzden, bir diğeri ile rekabet etmek için aynı derecede uygundur: eliptik çizgisiyle gramer, veznin gereklilikleri ve seslendirme tarzlarının tümü birden, dizilim ve tasvir katmanlarının mantığıyla bir araya geliyor. Bir kerede, farklı dilleri farklı usullerle aynı anda birleştirmeyi denemesiyle çapraz bulmaca gibi olmalı ve hala anlamlı kalmalı. Bu, iyi şiirin bu kadar az olmasının sebeplerinden biridir.

Birisinin, her yerde ve her zaman geçerli olan tek bir gerçeği bulma azmi, klasik Yunan sezgisinde şiirin eros’udur: kavranamayacak ve elde edilemeyecek olana ulaşma ve dokunma isteği. Halin kendisinden daha önemli olan, elbette, onun kullanmakta olduğu metotların ürettiği belirsizliklerdir. Çok anlamlılığın güzergahı farklı dilbilimsel katmanların kesişim noktasında üretilir. Ve çelişki. Metafor’un bir parçası olan bu yol bizi eninde sonunda ikna edebilir; aynı zamanda, kavranamayacak olan ve metafiziksel bir boyut gibi düşünülemeyecek diğer bir boyutu gösterebilir. İşte bu şiirin gerçek başarısı: Dünyayı olduğu tasvir etmeye çalışırken, şiir, iki kelimenin çatışmasından ortaya çıkan paradoksların kökenini ifşa ediyor. Onun gerçekliği, çelişkinin boyutlarının nerede ve nasıl bir tarzda başladığını göstermektir. Wittgensteinian hermenetiğinin net yaklaşımıyla, şiir bir kriter sağlar, bu da yapıların dayandırıldığı temel kriter gibi kabul edilmelidir. Böylece her dili ve her sözlüğü aşan bir şey yaparak kelimeyi diğerleriyle birleştiren tek bir yol bulabiliriz.

Şiirsel gerçekliğe ait olan çelişkiden tam bağımsız olmak şöyle özetlenebilir: bir şiir felsefi bilginin en son sınırlarına, tüm şairlerin (bütün Giritliler gibi) kendi yadsımaları yolu ile yalan söylediklerini - bir yandan gerçeği de söyleyerek - iddia ederek ulaşır. 4. Argümanımız olarak ileri sürülen bu durum, gerçekte iddialarımıza düşmanca bakan her jüriye haddinden fazla felsefi görünebilir. Fakat diğer yandan, şiir tarafından oluşturulan belirsizliklerin eksiksiz pratik etkileri vardır: onlar hayal gücü adına sınırlanamaz ve kontrol edilemez boşluğa ve düşüncenin özgürce dolaşıp eğleşebileceği alanlara hak iddia ederler. Bu, müvekkilimin anarşist, demagog ve porno düşkünü olarak suçlanmasına rağmen kendini gerçekten onurlu ve mutlu hissetmesinin sebebidir. Çünkü tüm suçlamalar, totaliter sistemlerin düzenlediği göstermelik davaların yalnızca onu diz çöktürmek için planlandığının açığa çıkmasına hizmet etti. Bunu yapmak için iyi bir sebepleri vardı. Çünkü böyle diktatörlüklerde - dünyadaki en eski gelenek - şiir bir kere daha kendi antik Akdeniz geleneklerini hatırlıyor ve bir zamanlar neyse yine o oluyor: Konuşmak için evrensel bir imkan. Her ne kadar yeraltında (eski Sovyet yeraltı basını gibi) mahkumların gizli toplantılarına benzese de. Bu sebepten dolayı müvekkilim, kamu savcısı saygıdeğer meslektaşımın, ona karşı getirilen tüm suçlamaları düşürmeye karar verdiğini öğrenip öğrenmemekten hiç de endişeli değil. Bu yaşadığımız zamanın şiir için yeteri kadar iyi olduğunun bir işareti. Daha iyi ya da daha kötü, şiir artık öyle kabullenildi ki, hiç kimse nasıl olup da onun her yerde olabildiğine dikkat etmiyor. Gerçekten, belki gereğinden fazla, her TV ekranında, reklam panosunda, her radyo programında ve yazılan her şeyde. Bu müvekkilimi şaşkına çeviriyor.