Elinin mürekteriyle itmek: türlü türlü düşünceler

Birincil sekmeler

Kişisel olarak kitaplarım ya da yaptığım şeylerle ilgili az yazılmasından ya da hiç yazılmamasından pek hoşnutsuz değilim. Edebiyat ortamının böyle bir değerlendirme yeteneği, gücü olduğu konusunda şüphelerim var, birincisi. İkincisi ise, bu tür girişimlerin tüm detayları ile anlaşılabilmesinin imkânsız oluşudur. Örneğin Karagöz Edebiyat'ın 3. sayısında Tüğün ile ilgili çıkan iki değerlendirme yazısı da, bu imkansızlığın, bazen okuma eksikliğine ne kadar fazla dayandığının da kanıtı gibi.

Eksik okuma

, sadece "internet ve edebiyat" konusunda bir kitap olsaydı, belki Ali Görkem Userin'in söylediklerini dikkate alabilirdik (Sözden Göze Evrilen Şiir, Userin, ), ama böyle değil. Ayrıca şu gibi cümlelerle ne gibi bir işimiz olabilir: "Kanımca görsel şiir, görselliğini dayatmaksızın yoluna devam ettiği müddetçe kimseye zarar vermeyecektir" ya da "fakat görsel şiiri bu ve benzeri alternatif yönelimlerden ayıran temel farklılık, ana mecra olarak interneti seçmesi ve bu tercihte diretmesidir". İnsan şaşırıyor. Şaşırıyor çünkü, bu tür eksik yaklaşma çabaları, büyük resmi zedeliyor gibi. Ayrıca yayıncılar peşimizde koşmuyor, bir, tüm yazıya ve yazıdaki o hakim ve kurulu tona cevap verebilmek mümkün değil, iki. Yazıya başlarken "Geçmişi, Amerika ve Avrupa uzantılı sitelerde ne kadar geriye gidiyor bilmiyorum." diyerek Görsel Şiiri, İnternet'in bir numarası zannetme önyargısı ile Userin, yazının sonunda kendi tezinin etrafında dolanıyor. Yazıdan aklımızda kalan görsel şiirin sitelerle ilgili birşey olduğu. Oradan yola çıkarsak, 'un da Türk Şiiri'nin büyük ansiklopedisi olduğunu düşünebiliriz. Diyorum ya, çoğu kez anlama isteği, önyargıların ötesine geçemiyor.

Geçmişin Hayaleti

Bugünlerde, Zamanın Tinî bizim için Geçmişin Hayaleti olmaktadır çünkü. Tür olarak birbirinden farklı değil ikisi de, hacim ölçü birimi ile ifade edebilseydik, birbirlerine dönüştürülebileceklerini bile söyleyebilirdik bu iki azmanın. Şiir, çok kısa bir süre (Fütürizm dolaylarında ve Newton'un Principia'sının tam başında) ilericilik oynamıştır. Uzun ömrünün büyük bir kısmını ise, Tarih denen canavarın serpilmesini bekleyerek geçirdi. Zaman'ın türevi ve aynı zamanda integrali olarak Tarih, küçük farkların (delta, diferans) serisidir. Ona yaklaştığınız her yerde, matematiksel bir açmazla karşılaşırsınız. Birincisi tekerrürün korkunçluğu, ikincisi de süreksizliğin itici güzelliği. Dünyaya bok ile sidik arasından geliyoruz demek mi, yoksa kutsal delta, idealar mağarası mı? Biri gerçekçilikten groteskte, ikincisi de hakikat avcılığından jinekologluğa giden patika. İkisi de aşığın yoldur, hiç şüphe yok. Ya şairin ki?

Geminin Dengesi

Şairin yolu yoktur. Yolsuzluğun fraktalı ve fonksiyonudur izlediği. İlerlerken durmadan gerileyen ve aynı zamanda keskinleşip hacımca azalan ve yoğunlukça artan bir hal/faz. Durmadan kendisi ile ilgili bir pattern'i, desen'i ortaya çıkarmak dışında, geriye doğru bu ileri atılışında Zamanda ve koordinatta bir sapmaya mahkumdur. Bu akıl almaz, hatalar demeti, hesaplanabilirin çok uzağında durduğundan çok az kişinin böyle bir "yol" izlemesi beklenir. Herkesin aynı tarafa gitme olasılığına karşı, geminin batmaması için birileri, büyük bir momentumla karşı tarafa doğru ilerleyecektir. En azından diyonisos ile apollonun kavgasını böyle özetlemek mümkündü. 20. yüzyılın başında; önce Sınıfların çekimi daha sonra da bireyin kuantalanmasını yaşadı sanat tarihi. En sonunda geldiği yerde mikro siyaseti ve mikro kod üreteçlerini gördü. Kitlesel olanla ilişkimizi bir düşünelim. Sanat bundan elini çekmiştir. Kitlesel olanın okyanusunda, bir gradyan, dalgaya teğet bir noktalar bütününü kah toplamakta, kah dağıtmaktadır sanat. Bir sanat eseri ile karşılaştığımızda ona gösterdiğimiz ilk tepki, mücadele etme isteğidir. İnsanların en rasyonel olduğu konu, üstünkörü sanat eleştirisidir. "Öyle" ya da "değil" o kadar kolay telaffuz edilmektedir ki.

İkinci Yeni ne ki?

İnsanlar, şairler, postmodernizmin "olmadığında" karar verebilmektedir örneğin. Modern-sonrası ifadesinin 19. yüzyıl aydınlanmasının sonrası anlamına geldiğini söyleyebilmek ve kabul etmek, elbette bizim için zordur. Zordur çünkü örneğin İkinci Yeni diyebildiğimiz şeyin, orjinalinden, yaklaşık 50 yıl kadar sonra "icad" edilebilmesinin şaşkınlığını açıklayamayabiliriz. Bütün o faz farkları, hayatımızı ve kamusal düzenimizi tehtid eden o gecikmeler ve yankılarla birlikte yaşamaya, katlanmamızın dibinde yatan sebeplerle birlikte, bir tortu oluşturur. İkinci Yeni, bugün siyasal olarak iktidardadır. Ama bir farkla, "apollonesk" kuvvetler tarafından idare edilmektedir. Bu, görülemiyorsa, İkinci Yeni'nin siyasal anlamda, merkez/çevre ilişkisini açıklayabilmek ne kadar mümkündür? Anlamsız şiir yazan, çıkmazdan bahseden, erotikadan, oğlancılıktan ve tarihimizi tersine okumaktan bahseden onlar değil miydi? Cumhuriyete, cümhüriyet diyebilenler de onlardı, muhtemelen. Biz, bugün Cumhuriyete Cümhüriyet diyemiyoruz. Özetlemek istediğim, İkinci Yeni'deki travma etkisi o kadar diridir ki, kişinin, şairin bireysel olarak, o tür Tine ulaşması pek mümkün değildir. İroni, paradoks, dümdüz saçmalama, direk delirme vb. gibi yan etkileri aynı anda deneyebilmek, bununla birlikte Sezai Karakoçlaşmak için nefsinle mücadele etmek: Eh, bizim de trajedimiz bu olsa gerek.

İkinci Yeni biçim konusunda aşılabilmiş değil midir? İşte burası biraz alengirli. İkinci Yeni denen şey ortaya çıktığı sıralarda, Batı'da ve Uzak-Batı'da (Brezilya, Latingiller) gösterge sistemi ve kod üreteçleri çoktan değişmeye başlamıştı. İlginçtir, atonal müzik konusuna vurgu yapılması, Cumhuriyet'in acayip önem verdiği çoksesli-müzik baz alınarak, bir karşıt öneri olarak değerlendirilebilir. Cumhuriyet Kültürel Elitinin çağdaşlaşma çarelerine karşı, atonal müzik ile gerçekten birşey önerebilmek mümkün müdür? Atonal müzik, diyelim ki, sınıfsal olarak, kimin elindedir, kimin ilerlemesidir? Somut şiirden habersiz kalınması, Yeni Eleştiri'nin bir avuç kişi tarafından dikkate alınması ve buna rağmen en parlak eleştiri kitaplarının bu yeni moda eleştirinin yardımı ile İkinci Yeni şairlerine yaklaşmaya çalışması. Buraları biraz karanlık gibi.

Şiir ve televizyon

AKP'nin sahip olduğu bir şair envanteri var mıdır? Örneğin Bedirhan Gökçe? Burada belirtmeden geçemeyeceğim; o şair envanterinin, aslında şairlikten, birden propaganda bölümlerine geçtikleridir. İbrahim Sadri, Ahmet Kekeç, Bedirhan Gökçe, Süleyman Çobanoğlu, Ali Ural vb. gibi isimlerin son 4-5 yılda önümüzde endam etme şekillerine bakarsak. Kabul edelim, karşı iktidarlar, şairi, hiç bir zaman, böyle keskin bir biçimde televizyon ile birlikte kullanamamışlardır. Televizyonda endam eden şairlere bir bakın.

Peki muhalefetin bir şair tipolojisi, açıkça desteklediği biri var mıdır? Söylemini paylaştığı biri? Ozan Arif? Attila İlhan? Fazıl Hüsnü? 90 sonrası kuşağın apolitize filan olduğunu söyleyen bir sürü insan mevcut, bunu ballandıra ballandıra anlatan, "Denizleri" örnek gösterenler var, fakat acaba sorabiliyorlar mı, gerçekten siyaset, 21. yüzyıl gençliğine birşey verebilecek kadar zengin ve derin midir? Tüm argümanlarını siyasal simgeleri ve "lafa" indirgemiş, iki kutuplu ve bol düşmanlı, ötekili bir siyasi ortamda, ten öte nasıl bir gelecek biçilmiştir bizim kuşağa?

Bu kadar sığ bir dille iletişim kurmaya gerçekten değer mi? Ben bu apolitize olmuş bahanesinden pek şüphelenmeye başladım açıkcası.

Yorumlar

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 33

‘yukarı’ dedin

İkinci Yeni'nin sırtını anlamsızlığa dayaması düşüncesi gibi 90 sonrası kuşağın apolitik olduğunu söylemek de artık demode olmuş bir tekerleme bana sorarsanız. İkinci Yeni'nin anlamsız olmadığını tam olarak savunamam belki, çünkü yalnızca İkinci Yeni dendi mi aklıma gelen iki büyük şair Turgut Uyar ve Cemal Süreya'nın hiç de anlaşılmaz şiirler yazmadıklarını biliyorum, o kadar. Fakat benim de içinde bulunduğum bir kuşağın topyekün apolitik ilan edilmesi saçmalığına diyecek sözüm çok. Basit ve bilinen bir şeydir ki, tarihi olayları dönemlerine göre ele almamız söylenmiştir hep. 2000'li yıllarda politik olmanın da değişiklik göstereceğini hesaba katmıyor bu tekerlemeyi dillerine pelesenk edenler. Çünkü, yazıda da yer yer bahsedildiği gibi, hemen her alanda bir sığlık sözkonusu. Evvela apolitik olmak ne demek, bundan herkes aynı şeyi mi anlıyor? Ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu mu demek? Yahut statükocu, konformist bir gençliği mi tanımlıyoruz bu ifadeyle? Ne demek istiyorlar, açık konuşsunlar. Yani artık bir bıraksalar ya, biz ne acılar çektik siz ne bilirsiniz, laflarını. Bugün artık sağcı ya da solcu olmanın bir anlamı yok. Çünkü böyle bir şey yok. Ne edebiyatta, ne siyasette. Üstelik böyle bir şeyin olmadığını bizlere en iyi şekilde gösterenler, şimdiki gençlik apolotik tekerlemesini dillerine dolayanlar. Çünkü söyledikleriyle yaptıkları örtüşmüyor. Dillerinde birer devrimcilik nostaljisi yahut gelenekçilik mottoları; ama ortaya konan ben işimi bilirimci bir tavır, konformist bir hayat... Neyse. Gençliğe baktığımızda, küçük bir kesim olarak görebileceğimiz -çünkü büyük bir kesim zengin olamıyor hiç- bir kısım genç, Serdar Ortaç şarkılarıyla eğlenirken politikayla ilgilenecek halde değiller, evet. Fakat buna göre mi genelleme yapacağız? Ben bugün çok çok iyi biliyorum ki, bırakın 2000'lerde 20'li yaşlarını süren akranlarımı, 90'lı, 91'li liseyi henüz biterecek büyük bir kesim pek çok şeyi yalayıp yutmuş durumda. İdelojiler ve felsefeler üzerine çok olgun fikirler ortaya sunabilmeleri bir yana, önyargılarının olmaması da dikkat çekiyor. Bunu belki şöyle açıklayabiliriz, tamam onlar sokaklarda oynayamadılar belki, evlere kapandılar ama demek ki bilgisayarlarından, kitaplarından nasıl yararlanacaklarını bildiler o dört duvar içerisinde. Şimdi buna rağmen gençlik apolitik demek ne kadar düşüncesizce. Sağcı değil, solcu değil; ama apolitik değil. Yani sisteme entegre olmuyor, karşı duruşu var ve bunu bilinçli bir şekilde dile getirmesini biliyor. Eğer ki topyekün apolitik ilan edilen bu gençler arasında, cidden hibçir şeyle ilgilenmeyip konformist bir yaşam sürenlerle herhangi bir partinin, ideolojinin papağanlığını yapmak yerine önyargısız bir biçimde okuyan, fikir yürüten gençlerin oranını verebilecek bir istatistiki çalışma yapılabilirse, o sonuca göre bir şeyler diyelim. Ama şimdi bunun denmesi çok komik, çok saçma. Zaten duymuyoruz bile.

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 10

‘yukarı’ dedin

Türk modernleşmesinden azıcık anlamaya ya da bunu çözümlemeye çalışan biri için sorunun, özellikle bugün bizim için, "onlarla" "bunlar" arasında ve bunların hayaletlerinin dalga boyunda kalmak, kalıp kalmak olduğu görülecektir. A-politik olan budur herhalde. Ve tam anlamıyla bu apolitiktir. Politikanın amacı çoğu kez, bizi ilkokul 4 ortalamasında tutma eğilimi vardır. "O, şuna bunu" der, "bu şuna onu der" arada dosyalar uçuşur filan. Sinizm değil, ama 30 bilmem kaç yaşında yetişkin bir adam ilkokul dört tepkileri vermeye başladığında, devletimiz topyekün kızar.

Şairin, sanatçının işi daha da zordur. Bu tür ikilikler arasında, diyalektik işlemez. Çünkü her iki tarafın da argümanları ve tezleri, birbirlerine aşırı benzer. Siyasal simgeler, klişeler ve düpedüz zırvalıklarla tarihi, ideolojiyi ve 70 milyon ferdi idare edebilmek, başka türlü mümkün değildir. İlkokul dört senin başına üşüşür. Gösteri Toplumu'nda Debord "üstün körü yargıların baştacı edilmesini" gösterir bu zamanın marifeti olarak.

Şair olarak, hür, tekil ve biriciksin. Dilin sana tecavüz etmesine filan da izin vermeyeceksin. Herkesin seslendirebileceği şarkının akorlarında işin yok senin. Buradaki hür, sana topluluğun tarafından verilmiyorsa, doğan tarafından veriliyor.

Görsel şiir ve türevleri şaire, yeni bir hürlük katı açmakta. Tüm deneysel alanlar, şairi, iletişimin illetlerinden bir süreliğine korumak için açılmış fildişi kuleler değildir de nelerdir? Birileri siyasal olarak özgürlük istiyorsa, nasıl şiir okuduklarına, nasıl resimlere baktıklarına, nasıl müzikler dinleyip, ne tür filmlerden hoşlandıklarına da bakabiliriz. Özgürlük isteyenler, totaliterliğin ritmlerine yöneliyorsa, orada bir acayiplik her zaman vardır, o zaman işte sen biriciksin ya, sana karşı bir hareket, senin varlığına bir kasıt illa ki olacaktır.

Buna izin verecek filan değiliz.

------------- ~ --------------------

Çok iyi!
O kadar iyi değil!

Puanlar: 15

‘yukarı’ dedin

Apolitik tartışmasını, anam kucağından beri işitiyorum ya da işitiyoruz. Zaten böylesi bir, tek başınalığı işteş bir edim içinde buluyor olmamız yani bunca şikayete meze olarak sunulmamız bir apolitikliği değil de politik olanın bizi ötekileştirmesini anlatır. Zira sürekli aynı cümleyi duyuyor ve bilince getiriyor olmak, politikleşmek zorunluluğudur. biz, apolitik bir kuşağız demek, politik bir sonuçtur bu nedenle. neyse, düz mantığı sevmiyorum bugün.

bu ayrım yapay bir ayrım. işime geldiği için marksçı bir düşünceyi kullanmak istiyorum: şeyin doğası politik olma bilincindedir... diyalektikle yeniden hesaplaştığım şu aralarda, bu düşünceyi fazla önemser oldum yeniden. burada; politik avantgarde'ın, sanatı, şeyin özü mevzundan dolayı politikleştirmesinden bahsetmiyorum. Aksine bu tavır marksist olma savından uzaktır. Belki althusser'in ilginç eklektizmi daha uygundur. Aslında kabaca şöyle deinlebilir: politik olmak ya da olmamak, öncelikle; brook'un kültürlerarası sanatın sömüren yanını örtbas etmesi ve Barba'nın sömürdüğünü dile getirebilmesi arasındaki farktır. bir de apolitizmin politik kökünden türüyor olması bile politik olan karşında tutulmuş bir safı imler yani apolitik dediğimiz şeyin, bilinmeyenin/bastırılanın sınırlarında bir politik edimi işler kılmasını. Tam da Camus'un yabancı'sındaki edilgen edim gibi. yabancı'yı çok kereler bir manifosta gibi okuduğum hissine kapılmamın nedeni de bu olsa gerek.

dönüp dolaşıp sorun, olup bitenleri görünür alanın değişimi içinde kavramaya dayanıyor. görünen ve görünmeyen ayrımı ya da platoncu bir us da değil kastettiğim, belki de adımlarımı değil de yitirdiğim enerjiyi düşünüyorum daha çok. böylesi bir an da politik olarak ünlenen hiç bir argüman bu enerjiyi kotarmayı, muhafaza etmeyi dönüştürmeyi falan hesaplamıyor. adımın, görünen doğası yeterli oluyor. -adam, yürüdü. hepten ölümcül bir düşünce bu. bu satırı bu düşünce ile okumayı seviyorum. sanırım buradan itibaren, fenomenolojinin alanı başlıyor.

şu dünyada olmak ve şu klavyeyi kullanıyor olmak dahası beni şiirler yazmaya iten bir dışta olma bilincine ermek vs vs vs bile apolitik denilen şeyin elemanlarını gizleyen bir boş küme olduğu gerçeğini hafifletemiyor. onların düşündüğünün aksine tüm bunları sevişirken de yapabiliyorum.

hülasa, apolitizm diye bir kavramı gerçekçi bulmuyorum. malesef olmayan şeylere inanabilen bir evrimin içindeyiz. dahası gerçek olan ile gerçek gibi sunulan arasındaki yer değişiklikleri, tüm kazı çalışmalarımızı başladığı yerde bitiriyor... olmuyorsa, hiçleyebilmeyi deneyebiliriz.