Suzan Sarı
Umberto Eco, Todorov’un, bir metnin yazarın sözcükleri, okurların ise anlamı getirdikleri bir piknikten ibaret olduğu önermesine (sorunlu bir kavram da olsa niyet >başlığı altında) yazınsal iletişimi üçe bölerek; yazarın niyeti, okurun niyeti ve metnin niyetine, itiraz eder. Okur odaklı eleştiride yazarın getirdiği sözcüklerin –en küçük(!) yapıbirim olarak- somut kanıtlıklarının iletişim şemasındaki ileten ve alımlayan arasındaki net paylaşımında yersiz bırakılmasına göz yummaz. Belirli sayıda sözcüğün bir araya gelmesiyle sonsuz sayıda anlam üretiminin imkânsızlığını ve metnin bir yerlerinde yorumları sınırlayacak olan verilerin ‘mutlaka’ yer aldığını belirtir. [w:Zimmermann] da;
“ Metin, yazarın niyetinin ötesinde durur. Her istediğini gerçekleştirmek yazarın elinde değildir […] yazarın üretim düzeyiyle metnin yayım düzeyi arasında fark vardır (Hatta ikincisi birincisine bağlı olsa bile). İlk metin kaybolmadığı ve ifadeler değişmediği sürece yazılı metin artık değişmeyecek olan kapalı bir bütünlüktür […] Yalnızca onun kendi alımlama düzeyine bağlı olmadığı için, okurun alımladığı şey tamamen onun kendi isteğine bağlı değildir. Metnin yansıma düzeyine de bağlıdır […] metnin nesnel biçimi (yazarın bir nesnellemesi) ile okurun öznel alımlaması birbirinden ayrılmalıdır […]”
diye ifade eder benzer tutumunu.
Eco, farklı olarak aşırılaşan, birçok yapıbirimden oluşmuş metin bütününü okurun/alımlayıcının ‘keyfi’ okumasına/yorumlamasına tepki gösterir. Metinde metnin niyetine hizmet eden her birimin alıcı tarafından metnin yansıma düzlemi için hayati önem taşımayabileceğini, zorlama metinlerarası ilişki ortaya çıkarmanın metnin niyetini göz ardı etmek hatta metni istemediği bir yere götürmek olduğunu belirtir, özetle, metnin yapısal özelliklerini ortaya çıkarma işlemiyle metnin bütünlüğünün bozulduğunu ya da dikkate alınmadığı okumaların sınırının metnin kendisince çizilmiş olduğunu. Metnin niyetinin anlaşılması, sanırım yapısal özelliklerinin çıkarılıp metni oluşturan genel ‘doğru’yu belirlemek/belirtmekten farklı bir işlemle yapılamaz. Yapıyı oluşturan göstergelerin gösteren ve gösterilenlerinin hem kendi içlerinde hem de karşılıklı ilişkilerinin belirlediği metnin bütünü ve bütün anlamlarını genel bir ‘doğru’ düzlemine yerleştirme diye özetlenebilecek karmaşık süreçten yapılan her çıkarımın aynı olması mümkün değildir zaten. Burada orta bir yol imkanı aramak çok insanidir.
*** Zimmermann, ben ve kendim’i (ben; davranışın, düşüncenin ve duymanın nesnesi, kendim; benin yarattığı nesne olarak tanımlanır) ayırarak “gönderici (yazar), gönderi (metin), ve alıcı (okuyucu) ile tanımlanan geleneksel iletişim modeline bir ilave”ye girişir. Çocukta ‘dinleyiciye ihtiyaç duymayan’ (belirtildiği gibi) kültürden bağımsız olmayan ben-merkezli dil ‘iç konuşmaya’ evrilirken önce simgeleri sonra toplumsal göstergeleri kullanırken bireyi yadsımayan bir etkileşim olduğunu söyler, Zimmermann.
“Öbür yandan karşılıklı rol ve denetimler benimsenir ve sonuçta da başkaları, toplumsal kural ve davranış biçimleri kendisinin iç unsuruna dönüşür. ‘Başkası’ kendisi olur.”
Ancak bireyin nasıl olup da yadsınmadığına dair bir veri yoktur. Yalnızca, Freud’un ‘çocuksu ve uygunsuz fantezi’sine itirazını ifade eder: “[fantezide] ‘iç’ imgeleri ve ‘iç’ dilde olmuş olanları hatırlatan, olup bitenlere eşlik eden, geleceği yansıtan bir eylem görürüz […]Yani eğer süreç dengeye kavuşmazsa, her iki unsurdan hangisi bu diyalektik sürece hakim olacaktır.” Ancak hala etkileşmemiş, etkilenmemiş bir dil (iç dil) değildir, ne kadar kişisel de olsa. Birey burada yalnızca dilin kullanıcısı durumundadır. İç-dil’den yetişkin fantezisine geçişte herhangi bir gösterge belirleme konumu söz konusu değildir; yalnızca verili, toplumsal kodlar ‘kişisel’ kullanımla öznelleştirilir. Dışarıdan içeriye dışarının kodlarıyla alınan veri dışarının kodlarının üstün performansıyla yeniden şekillenip yine dışarının kodlarıyla dışarıda biçim bulur. Burada iki düzlem, dil ve gerçeklik arasında bir örtüşme olduğunu varsaysak bile, kaynağı dışarıda olmayan iç meselelerin ifadesi/aktarımında halen birebirlik’ten bahsedemeyiz.
Kişiliğin parçalanmasını engelleyen ben ve kendim’in birbirine dolalı ilişkisi içinde kendim’in ben’le ya da ben’e konuşmasının aracı, üstünde toplumsal uzlaşı olan göstergeler dizgesi olduğundan (her ne kadar bu konuşmanın günlük konuşma diliyle aynı olmadığı, eksiltili olduğu söylense de, edebi olarak aktarımının bizi ilgilendirdiği bu durumda göstergelerin eksiltildiği dizge aynıdır) sadece ben ve kendim’in anlayabileceği saf bir dilden bahsedemeyiz. İktidarın bu kadar sık ördüğü dilsel bir ağda iletinin göndericisinin işaret edebileceği bir tasarım ya da nesne imkanı zor görünüyor.
Zimmermann’ın iletim şeması için öngördüğü yeni öğeler, yazar-öznenin bu iç etkileşimiyle ortaya çıkan metnin okur-özne tarafından kendi iç-konuşmasına konu olmasıdır. Dış dünyayla etkileşen yazar karmaşık iç tasarımlardan sonra gerekirse yeni biçimlerle dışa aktarım yapar. Okur da bu yeni dış nesneyle etkileşim sonrası yeni içsel tasarımlar yaratır. Zimmermann ayrıca, okurun da geri-bildirimini önemser. Bu yeni iletişim şemasında “edebiyatın, öznelerarası ve özne-içi iletişim arasında özel bir bölgede” olduğunu söyler. Ancak ilerlediğinde;
“… Dil, böylelikle bireyin yani onun iç düşünce ve konuşmasında işlem yapıları ile imge ve simgeler arasındaki aracı kurumdur. Bir iletişimin gerçekleşmesi için dil, bu iç süreçleri genel anlaşılır dış gösterge sistemine çevirir. İmgeler veya mantıksal yapılar dolaysız olarak genel iletişime yardımcı olmazlar, daha çok dildir söz konusu olan. […] İmgesel tasarımlar da kendi göstergelerini güzel sanatlarda, filmde, fotoğrafta, geliştirebilir. Ancak bunlar özel alanlardır. Bu, yalnızca dilleşerek genel iletişime bağlanabilir.” (vurgular bana ait)
diyerek, en son [kitapara:Jakobson]’ın şekillendirdiği (ve Eco’nun metnin niyetiyle yeniden dengelemeye çalıştığı) iletim şemasında kaldığını bildirir. İletişimde, gönderici ve alıcıya katmaya çalıştığı sorumluluk yeni değildir ancak derinleştiği, gücüne güç kattığı gözlemlenen dil olur yine. Kendi başına bile karmaşık olan aktarım ve alımlama’da (gönderici ve alıcı’nın işlemleri) iletişimi bireyden yana yorma denemesi denebilir buna, iletişimdeki özneleri, insani varlıkları kayırma ya da.
*** Zimmermann’ın amacı dilin kullanıcısına gösterge belirleme sorumluluğunun bir kısmını (kullanıcı olduğu için bunu bir miktar hak etmektedir) iade edebilmektedir. [kitapara:Barthes], dil/söz ayırımından bahsederken söz’ün denemediği bir şeyin dile bağlanamayacağını, diğer yandan da dil potansiyelinden alınmamış bir şeyin de söz olamayacağını belirtir. Uzlaşımsal değerler dizgesi dilin, dil yetisinin toplumsal bölümü olduğunu söylemek yanlış olmaz, sanırım. Toplumu oluşturan dil kullanıcılarının gösterge belirlemede toplum kadar söz sahibi olmamasını, ‘verili zenginliği gönlünce tüketme zorunluluğu’ gibi bir ifadeyle toparladığımızda, geçerli ekonomik düzeni tarif ediyor gibi olmak ilginçtir. Ancak gösterge belirleyici iktidarın da tamamen özgür olduğunu düşünmek yanlış olacaktır. Barthes bu kurumun kararlarının; toplumun, toplumdaki iktisadi ve düşünsel gelişimce etkilendiğini belirtir.
Dizgenin üzerinde kullanıcısının bir hükmü olmamasını dahası bireysel deformasyon ya da katkı girişimlerinin nerden geri döndüğü sorunu [kitapara:Horkheimer]’ın;
“[…] Bireyin entelektüel anlatımları artık gerçekten onun insani doğasıyla ilgili değildir […] Kamuoyu ne denli uzmanca araştırılırsa araştırılsın, istatistiksel ve ruhbilimsel araçlarla ne denli derinlemesine yoklanırsa yoklansın – tüm bu yöntemlerin karşısına çıkan, hep bir düzenektir, asla insani merciler değil […]”
ifadesinde yanıtını bulur.
*** Zimmermann’ın şu cümlelerini;
“ Estetik edebiyatın görevlerine şunlar dâhildir: Kelimenin toplumsal ve bireysel anlamlarını sorgulamak, saplantıları yıkmak, yeniyi yeni olanlarla anlatmak, yeniden anlaşılması imkânını sağlamak, yeni tarzda ifadenin topluma faydalı olabilmesi için eskiyi yeni tarzda ifade edebilmektir.”
Horkheimer'ın, direnen ve yaygınlaşmayı hor gören sanatıyla okursak durumun görsel şiirin ‘haklılığına’ getirmek zor olmayacak. Kamuya sunulacak dilsel bir kullanımın yaygınlaşmayı reddederek kendisine özel bir anlam(lama) süreci yaratabilmesi önemlidir. Böylece uzlaşımsal olan ile öznel olan arasındaki ayırım derinleşir. Bu, yeniden bireylere zorunluluk olarak dönebilecek kişisel kullanım/katkı (kişisel kullanım burada dilsel grupları da kapsar, sonuçta dil aynı kalmaz ve kullanıcıların şekillendirmesine maruz kalabilir. Ancak bu, yukarıda da söylediğim gibi ‘alçakgönüllü’ bir iktidar merciinin onayıyla olabilir.) değil, kendi başına kalmayı (biricik-sanat eseri) baştan tercih etmiş, hatta bu yönde ilkeleri olan bir kullanımdır.
kaynaklar:
- Umberto Eco, Yorum ve Aşırı Yorum, Can Yayınları, 3. Basım, 2003
- Hans Dieter Zimmermann,Yazınsal İletişim, Çizgi Kitabevi, 1. Basım 2001
- Roland Barthes, Göstergebilimsel Serüven, Yky,4. Basım, 2005
- Max Horkheimer, Geleneksel ve Eleştirel Kuram içindeki Yeni Sanat ve Kitle Kültürü makalesi, Yky, 1. Basım, 2005