Bu işler adamı üzer, denebilir. Ama üzülmeye değecek işlerle uğraşmayı da ihmal etmemek gerekir. Her şairin "siktir" dediği bir an vardır, bu anların fazlalaşmaya başladığı başka anlar da. Seriler halinde, geometrik artışın başgösterdiği böyle zamanlarda, biricik kalan şey, yine "yaratma dürtüsüdür." Sırf dürtü de değil bu, inat. Ben, bu site, bu inadın en açık kanıtlarıyız. Fakat...
Şairin kendisine biçilen rol, bundan 200 yıl önce bambaşka hale gelmiş olabilir, kabul edelim oldukça eğlenceli zamanlardı. Bugün şair ile ilgili bildiğimiz her türlü klişenin, her türlü kullanıma açık ikinci el bilginin kökünde yatan "kendini bırakma" haylazlığı, ona sınıfı tarafından sağlanmış bir rahatlıktan başka bir halt değildi. Gündelik içinde ekonomik olarak üretemediği, endüstriyel olarak üretimine katılmadığı herşeyin arkasında şair, söz kuklası, bir vantrilog olarak endam eder, farklı sesleri, sıralı, arka arkaya, ama hiç bir zaman aynı anda değil, çıkarmakla toplumsal ve bireysel trajedisini "seslendirirdi". Kimin? Sırf kendisinin mi? Hayır, sayılamayanların, ele avuca gelemeyenlerin, arkaik tiplerin, aydınlanmanın "hata"larının, kısmî felçli ve peltek zavallıların. İktidar ile girdiği bu koyunkoyuna ilişkide şair, güçsüzlüğü, savurganlığı ve bilmişliği ile hem epistemolojinin hem de psişenin içine etmedi mi? Kendisine verilen araçları kabul eden, sorgulamayan, hesap etmeyen, geriye kalan araçların, aygıtların, mecraların hepsine bizim adımıza ve bize rağmen sırt çeviren o şair değil midir?
Evet, o şair idi. Aydınlanmanın kompartımanları arka arkaya dizilmeye başladığında, geçiş yerlerinde, o, vagonları birbirine bağlayan ara yerlerde, soğukta it gibi titreyen sanat, ne bilimin, ne de felsefenin sıcak odalarında gezebildi. Lokomotife doğru ilerlemeye başladığı o an, o büyük Hareket, Modern Şiir'in de başlangacı olmadı mı? Şair, elinde büyük bir Fener ile o kompartımanları, o salya sümük tipleri geçip gidiyor, aralarda soluklanmak için pelerini, kılıcını düello için sallıyor, yaralanıyor, geçiş yerlerinde sallantılı Modernizmin gittiği yöne, referans noktasını uzakta, çok uzakta bir yer alarak yürümeye devam ediyordu, etmiyor muydu?
Ağır ağır ilerleyen o tren, Auschwitz civarlarına kıvrıldığında, şair çoktan o uzaktaki mihenk noktasını gözlerinden kaçırmadan atladı. Koştuğu yer artık, ne trenin geride bıraktığı rayların üzerinde saçılmış ölülerle dolu geçmiş, ne de geleceğin Sabun Fabrikalarıydı. Arada, yine, kompartımanlar arasındaki o soğuk geçiş yerlerine benzeyen bir yerde olacaktı. 1910'lardan beri birşeyler değişiyordu. 1910'lardan beri, Simgeler, Semboller, Göstergeler çoğalıyordu. Resim, Heykel ilk kez kendi ilkelliklerinin Büyük Söylemini icad ediyorlardı, fark ediyorlardı. Bu semboller içinde Dil, ilk kez kendisini Savaşın, Yıkımın ve İyiliğin arasında ikame edilmeyecek kadar Özgür buluyordu.
Burada Şair, Özgür'dü, çünkü Özgür, İmkansızlığı ile Malûl ve de Matbu idi. Elinde bir Apollon bir de Nasreddin Hoca taşımayan Modern Şair yoktur. Hiç bir şair sonuna kadar Apollon değil, hiç bir şair sonuna kadar Nasreddin Hoca kalamaz. Sarkaç, acımasız hareketi ile çarptığı gövdenin ve ruhun, taşkınlıklarından Şiir çıkartır ve MOdern Şiir hiç bir zaman o Korkunç Tren'in Yerel Dili ile konuşmamış, yazmamıştır. Trenin geçtiği yerlerde Bilim, Siyaset, Ekonomi, Müzik, Heykel ve daha birçok şey varken, Şiirin Dili, İnsanın Dili olarak hep başka bir açıya doğru kaymayı başarmıştır.
O zaman, bu yeni zamanda şikayet ettiğimiz bütün Büyük Anlatıların ötesinde, ama onlarla çok yakın bir küçük anlatının imkanını arıyorsak, burada artık edebiyatı biçimsel ya da içeriksel diyerek ayırmak, onu kompartımanlarında değerlendirmek, onu "tanıdık" kılmak gibi çok eski numaralardan uzaklaşmamız gerekiyor. Bunu anlayabilenler için olanaklar bir okyanus gibi, diplerinde hiç görülmemiş yaratıklar ve anlar ve manzaralar taşıyor, anlamayanlar için ise sadece dipsiz, uçsuz, bucaksız, kapkara bir Dip'ten başka birşey yok..