Edebi metnin önemi, yazarın hayat hikayesinde değil, eserin kurgusunda saklıdır. Metin çok büyük ilgi gördüğü halde, yazarın biyografisi hiç de dikkat çekmeyebilir. Bütün bunlar metine ve onun kurgulanmasına bağlıdır. Metnin içeriğini ve onun aktarmak istediklerini, bu biçim yönlendirir. Metin, içinden doğduğu ve ancak orada anlaşılabilir olduğu edebi iletişimin parçasıdır.
Yazar, alışılmış düşünce ve yazma biçimleriyle büyür. Bu biçimler, onun düşüncesini ve yazmasını etkiler, hatta yeni bir yorum veya değişikliğin peşinde koşarak onun alışılmış olanı yadsıdığı ve aşmak istediği noktaları da etkiler. Yazarın, toplumdan kazandığı deneyimleri, benliğini oluşturan unsurları, kendine has olan birikimleri işlemeye, düşünmeye ve ifade etmeye çalışması da alışılmış biçimler çerçevesinde gelişir. Zira bu biçimler, yaşama tarzını belirler, algılamamızı, alımlamanın şekillenmesini ve yapısını da etkiler. Toplumsal gerçeği tıpkı bir kamera gibi algılayamayız, daha çok görmemizi ve algılamamızı yönlendiren toplumsal biçimlerden süzülmüş olarak algılarız. Gerçeğin dolaysız etkisi, dolaysız ifadeyi gerektirmez bilakis dolaylı dil kullanımının toplumsal biçimlerinden etkilenen dolaylı ifadeleri gerektirir. Haliyle gerçeğin engellenemeyen ideolojik kılıfa bürünmesi söz konusu olacaktır. Dolaysız algılamayı "gerçekler" diye anlatmaya çalışan yanılıyordur. O, farkına varmaksızın alışılmış biçimlerin kurallarına saplanıp kalır.
Dikkatli bir gözlemci, sadece algılanması gereken nesneyle uğraşmayacaktır, uygun anlatım için algılama ve algılamanın tarzıyla da uğraşacaktır. Gözlemci, anlatım sorunu ile uğraşarak yaşanılan gerçekle karşı karşıya gelecektir. Anlatımla olan uğraş aynı zamanda gerçekle olan uğraştır, çünkü o, kişiyi böyle bir sonuca götürür. Yazarın özel görevi, gerçeği anlatırken gerçeğin anlatımıyla uğraşmaktır. Gerçeğin anlatıcısı olmak isteyen bu metni, başka metinler yani gerçeğin başka anlatıcıları önemli oranda etkiler. Günlük konuşmada bir ifadenin başka birine cevap olması gibi metin edebi iletişimin bir aktarıcısı olarak diğer aktarıcılara cevap verir. Aktarmamızın tarz ve sureti diğer konuşmacının, gurubun ve toplumun tarz ve suretinden etkilenir. Bu, toplumsal gerçeğin bir parçasıdır. Bütün bunlar genellikle alışılmış biçimlerine göre değişir.
Gerçeği yaşayan ciddi bir yazarın görevi, iletişimin dilsel biçimlerini, özellikle edebî biçimlerini artık geçerli olup olmadıkları açısından sorgulamaktadır. Bütün bunlar değişen gerçeğe paralel mi, eski biçimler yeni olanı kapsıyor mu, yoksa ret mi ediyor? Yoksa ideoloji haline mi dönüşüyor? Bireyin yaşadığı her zaman yeni ve özgün müdür? Acaba sürekli yeni ve kendisine has olan biçimler bulunmalı mıdır?
Ciddi diye kabul ettiğimiz yazarın görevi şudur: O, bir yandan eski biçimlerle uğraşırken diğer yandan edebi iletişimin yeni biçimlerini işleyecek ve böylelikle edebi iletişimin aktarıcısı rolünü üstlendiği gerçeğe uygun olmasına ve ideolojik fosile dönüşmemesine katkıda bulunacaktır. Yazarın toplumsal görevi de, gerçeğin yeni bir bakış açısını mümkün kılmak ve dil kullanımını zenginleştirmek için dil kullanımının ve görme tarzının alışılmış kalıplarını kırmasıdır.
Yazarı güdüleyen gerilimden, artık onun alışılmış kalıpların esiri olmasına veya özgünlük peşinde koşmasına göre, nasıl tehlikelerle baş başa olduğumuzu görürüz. Eğer Bayağı ve Sohbet Edebiyatı yazarlığında görüldüğü gibi alışılmışın esiri olursa, okur tarafından çok çabuk anlaşılacaktır, zira bu çoklarına yabancı değildir. Onun metni, varolan edebi iletişimi belirleyecektir. Onunla beraber yürüyecek ve eğer edebi iletişimin yeni biçimleri ortaya çıkarsa, bu metin eski kalıplarla beraber yok olacaktır. Metinler, genellikle gerçeğin aktarımından çok, alışılmış yapılara yöneldiği için gerçekten uzaklaşacak, artık onun ideolojik kisvesine bürünecektir.
[kitapara:Hans Dieter Zimmermann], Yazınsal İletişim, Çizgi Yayınları, Çeviren: Fatih Tepebaşılı