Sokağa çıktığınızda vitrinlere değil, vitrinlere bakan insanlara bakın. Kızıl ya da dipleri siyah, uçları röfle ile açılmış sarı saçlar, puantiyeli ayakkabılar, kocaman çantalar, aynı blue-jean modeli, askılı ve baskılı tişörtler, vakko desenli eşarplar ve suratlarda aynı aptal ifade. Ümraniye ya da nişantaşı manzara değişmiyor. Farklı olma çabası içindeki aynılıklar. Bireyselliğini yaşayan, kendi duygu ve düşüncesine, beğenisine güvenen, inanan yok. Her gün gittikçe büyüyen boşluk duygusu, antidepresanlar, uyuşturucular, sanal uyarılma ve ait olmama. Bu bir moda akımı gibi çoğalarak, katlanarak hepimizi içine çekiyor.
Kim ne derse desin moda hepimizi etkiliyor. En basit etkisi ne giyeceğimize karar vermesiyle oluyor. Yüz değişik mağaza dolaşın hayal ettiğiniz kıyafeti bulamazsınız. Sonunda sıkılıp size sunulanı alır gidersiniz. Ne giyeceğinize siz karar vermiyorsunuz, üretici belirliyor. Yaratıcılığınızı, moda tasarımcısının seri üretilmiş yeteneksizliğine feda ettiğiniz zamanlar gittikçe artıyor. Terziye gidip zevkine göre model üretmek kentte mümkün değil. Köyde hala renk renk basmalardan şalvar dikebiliyorsun. Orada yaşayan kadın beğendiğini giyiyor. Allı, güllü, dallı, morlu. Kimin seçim özgürlüğü var?
Ben özgürüm dangalaklığı kent kadının hapishanesi. Özgür falan değilsin sen. İsteyerek yarattığın prezantabl bir kölesin ve bu köleliğin diğer ucunda tek zevki son model cep telefonu almak olan erkek var. İşlevsel olması önemli değil, modası geçtiği anda telefon değiştirilmeli. Aynı marka telefon kullanıyoruz, ne kadar çok ortak yönümüz var. Telefon hakkında heyecanla konuşabiliriz. Fonksiyonları süper amuda bile kalkıyor. Adamlar neler üretiyor değil mi? Aval aval bakıyoruz zıplayan cep telefonuna. Görünenin ardındaki gerçeğe ulaşma çabamız yok. Elin gavurunun yaptığı alete, hayranlık ve kıskançlıkla bakıyoruz. Sokakta etrafa çarpa çarpa yürürken:
— Gülten, bu konu benim kapsama alanım dışında, gelirsem oraya fena olur
diye bağırarak dolaşabiliyoruz. On yıl önce herkesin elinde bir telefon olacak dendiğinde, olmaz öyle saçma sapan şey denilen memlekette, yakın bir gelecekte her evde bilgisayar olacağı öngörülüyor. Bilgisayarı da cep telefonunu kullandığımız gibi kullanacağımız düşünülürse o noktada kilitlenip kalıyorum.
Görsel şiir doğalından uzaklaşmış, uzaklaştırılmış olanın eleştirisi, olanlar üzerinden olamayanın sorgulanması ve içinde yaşadığımız anın dökümüdür. Bildiğimiz edebiyat kuramları ve analiz yöntemleriyle açıklamakta zorlandığımız ve konumlandıramadığımız için meşruluğu sorgulanan bir şiirdir. Ve bu da iyi bir şeydir. On yıl sonra tekrar konuşuruz.
Not 1: Empati ve sempati zırvalıklarını terapistlere bırakıp, gözünüzü açıp, gideceğiniz yönü parmağınızı yalayıp rüzgar nereden geliyor diye tespit etmek yerine pusula kullanarak belirlerseniz, birer vak'a örneği sayılabilecek sayıklamalar yerine iyi şiire ulaşabilirsiniz.
Not 2: Bu yazıyı okuyanlar, sen nerde yaşıyorsun, züppelik yapma diyecekler onlara tek söyleyeceğim, asgari ücret alıp cebinde bin liralık telefon taşıyanlar ile piçleştirilmiş bir özgürlük tanımı ve algısıyla, etrafta dolaşan kadın ve erkeklere yakın yaşıyorum.
Yorumlar
ama konuşuyoruz değil mi?
Puanlar: 47
‘yukarı’ dedin
Varlık'ta, Ekim sayısında bir soruşturma var, kültür gündemi bölümünde daha önce bahsetmiştim. Buradaki yazıların hepsini az önce okudum, bitirdim. Sonra Derya Vural'ın yazısına göz attım. Dosyada cevap verenlerden Veysel Çolak, Metin Cengiz, Abdülkadir Budak örneğin bu yukarıda anlatılan kentte hiç yaşamıyorlar hissine kapıldım. Orada ısrarla "şiirin sözlü kültür sanatı olarak" diye başlayan cümlelerden gördüm.
İnsanların cep telefonu ile şiir arasında seçim yapacağı, Medya Markt'ın da çok akıllıcı fark ettiği ve 1 günde 5000 tane LCD ekran televizyon satarak kâr çıkardığı durum ne yazık ki gardı düşük şairlerin bize anlattıklarının tam tersi. Bizim insanımız için konuşma uzuuuun zamandır "terapi" anlamına geliyor. Hatırlarsak, Kemal Sunal'ın filmlerinden birinde (Şark Bülbülü) "dayak atarak rahatlayan bir gazinocu" vardı. Şark Bülbül'ü gazinocu patronun dayak atarak rahatlamasına dayak atarak karşılık verdiğinde aldığı yanıt şuydu: "aslında bu herifin istediği dayakmış canım.". İnsanımız sosyal çerçeveyi, sözlü kültürü konuşma, konuşmayı da "dayak atmak/yemek" çerçevesinde anladığı sürece cep telefonları, LCD plazmalar ve büyük alışveriş merkezleri "kapitalizmin kamusal alanları" olarak daha da genişleyecektir. Çünkü biz Batı ve Doğu kapitalizmlerinden oldukça fazla dayak yiyoruz. Bir de üzerine örneğin Devlet Korumacılığını ekleyince..
Varlık'taki cevapları uzun uzun okumak, tartışmak gerekiyor. Yazıları okurken "Bu adamlar nerede yaşıyor?" demekten kendimi de alamadım, doğrusu.
Hamiş:
Kültür Gündemi'ndeki tartışma ile ilgili daha da geniş tartışırız herhalde ama yine de burada birkaç düzeltme yapmam gerekiyor:
Enis Akın, yazısında şu ifadeyi kullanmış:
"şimdilerde Zinhar adında bir web sitesi etrafında toplaşan gençlere söyleniyorlar (Barış Çetinkol, Zafer Yalçınpınar, Şakir Özüdoğru, bilmiyorum Serkan Işın hala genç mi?"
Hala genç değilim, 30 oldum. Yalnız sayılan isimler pek doğru değil. Zafer Yalçınpınar ya da Şakir Özüdoğru'nun bir şekilde bu sitenin söylemine katkısı ne oldu, ne olamadı bunu 2005'ten sonraki arşivleri tekrar gözden geçirerek ve siteye de arada sırada uğrayıp düzeltebilir Enis Akın. Ayrıca aynı dosyada yer alan Hayriye Ünal'ın yazısı da yardımcı olabilir.
------------- ~ -------------------- Hubble'ın Mercekleri
İçinde yaşadığımız anın dökümü
Puanlar: 34
‘yukarı’ dedin
Anlatılan durum "halk" tabir edilen, son zamanlarda "mahalleli" olarak "tribünlere" oynayan [daha çok] "okur" kısmını güzel teşhis etmiş. Yönümüzü "yazar" kısmına [daha çok] çevirirsek durum çok daha vahim. Bir de metropoller dışında yaşanan, üstelik "her şeyin başı” eğitimin de tetiklediği durumlar var ki? Vah ki ne vah.
Görsel şiir karşısındaki "çaresizlik ve "dilsizlik" de güzel vurgulanmış. "[Görsel şiir]edebiyat kuramları ve analiz yöntemleriyle açıklamakta zorlandığımız ve konumlandıramadığımız için meşruluğu sorgulanan bir şiirdir. Ve bu da iyi bir şeydir. On yıl sonra tekrar konuşuruz." cümleleri her şeyi anlatıyor. Lakin öncesi cümleyle ilgili az bir "dikkat" gerektiğini sanıyorum. “İçinde yaşadığımız anın dökümüdür” kısmına [başarabilirsek] tamamen katılıyorum, ancak “Doğal” gibi verili bir şey belirleyip onun üzerinden konuşmak bizi eleştirdiğimiz noktaya düşürebilir. Muhabbetle…
asabım bozulmuyor derya, iyileşecek miyim?
Puanlar: 34
‘yukarı’ dedin
"asabı bozulmayanlar"dan da iş çıkmıyor zaten, en azından şair olmuyor. evden adımımı attığım anda okumaya başlıyorum, bi süre sonra gözüm kararıyor, eblehleşiyorum. yorgunluğu da cabası. sokakta okuduklarım şu gazetelerin alengirli sitelerinde yayınlanmış şiirler gibi. bi ton yazı, bi ton alakasız, okunaklı-okunaksız fontlar, aptal saptal logolar. düşünün bi ayakkabı mağazasının vitrininde dört gözlü bi insan resmi var. indirimden gözlerini dört açmış denebilir ama ne indirim var ne de indirimden göz dört açılır. mağazanın adıyla ilgili de değil. neden allahım diye düşünüp duruyorum her geçtiğimde. üstelik şu anda ordan geçmediğim halde düşünüyorum. hukuk bürolarının ve doktor muayenehanelerinin tabelalarında yazan isimlerden karı-koca, arkadaş, kardeş avukat/ doktor istatistiği çıkarmak ayrı dert. dünyayın en sevimsiz sözcüklerinden seçilmiş çocuk giysi mağazaları, bıcırık, tükürük... mavi, kırmızı, yeşil, eflatun minibüs şapkaları. hayret verici durak isimleri, mesela alican. iett tabelalarının kendine has fontu ve diller üstü kısaltma yöntemi, aklıma örnek gelmiyor şimdi. bazen dümdüz ve zevksiz bazen yanar dönerli lüzumsuz metinler. kafa şişiren cinsinden.
ama e-5'te ya da tem'de giderken güzel basılmış şeyler okunabiliyor. bonus premium cinecity -trio, taşyapı almond hill, doğuş otomotiv sevdiğim şiirlerden birkaçı ama konteynır ve lojistik firması şiirlerini hepten soluksuz okuyorum; hapag-lloyd, maersk, schenker-arkas, horoz logistics. ya da nedir bu kalabalık sorusuna "redbull air race world series istanbul yüzünden" diye cevap vermek, dergi almaya giderken.
Şimdi açık olarak dile
Puanlar: 34
‘yukarı’ dedin
Şimdi açık olarak dile getireyim ki benim bu siteye Serkan'ın dediği(istediği erkte) biçimde(hizada) büyük faydam olmamıştır. Ancak bir sürü görsel işimle zamanında burada yer aldım. İş yapmak sadece çeviri yapmak, çeviri yapışkanlamak, dikişlemek değildir. Bizzat görsel iş yapmak da önemlidir. Bu işler, o işlerin burada yer alması, ona ve diğer meselelere olan saygım vs 0,99999 milimetre fayda dahi yaratamamış mıdır? Riyakar olmayalım. Ben bu sitenin veya buradaki yaklaşımın "hiza"sına gel(e)memişimdir o kadar... Hep söylerim, gene söyleyeyim; zaman ve vicdan yargıçtır. Saatlerinizi kontrol ediniz.
Kum saati kullanıyorum
Puanlar: 16
‘yukarı’ dedin
Kum saati kullanıyorum ben.
Başka bir konu da şu:
Bu siteye yardımı olan herkes Türk Şiiri açısından bakıldığında çok çok önemli işler yapmıştır, yapıyordur, yapmaktadır. Burada medeni bir cesaret söz konusudur. Ama onun ötesinde işe "heves" diye bakanlar da olmuştur, olacaktır. Olan bitenden haberi olmayanlar da olacaktır, olmuştur.
Ama bu sitede yer alan, dergide bastığımız ve dergilerde yayınladığımız işlere, çevirilere, yazılara gösterilen o çapsız ilgi, o neredeyse beni hayrete düşüren cahillik, bazı zamanlar işte bu yukarıda saydığım devamsızlık hallerini de gözüne kestirdi.
Görsel şiir, öyle "yaptım oldu" türünden birşeydir, aynı zamanda insanın bir şair olarak alabileceği en büyük riskleri de barındırır, barındırıyor. Bunlar zaten bilinen ve kanıtlanmış şeyler.
Ama öte yandan, hem buradanmış gibi görünüp, hem de hiç alakam yok abi diye dolaşanları da gördüm ben. O "hiza" dediğin şeyi ben belirlerim, belirledim. Ve kendini bu şeylere adamış biri olarak da herhalde az çok bilerek söylüyorum, en başta kendim uyarak. O yüzden artık bu saatten sonra hiç de önemi yok bu tür şeylerin.
Edebiyatı, şiiri ayar alma ve ayar verme olarak görenler var, bunlar belli bir kuşağın pis ve ahmak temsilcileri zaten. Onlarla aradaki mesafe kapanabilir değildir.
Bu site neredeyse 4 yıldır ayakta, dergi 5 sayı basılmış, tonlarca iş, çeviri vs. yayınlanmış. Herşey ortada zaten. Ben tonlarca kez insanlara "şunu yapsak daha iyi değil mi?" demişim. Bu siteden yazarlar şairler, başka dergilerde yazılar, çeviriler, işler yayınlamışlar. O yüzden, iş görsel şiirle falan bitmedi, bitmiyordu. Okkalı tokatlar atmaktı, atıldı. "Buradayım" demek için bile kolunu kaldırmayanlar da olmadı değil, ama tokat, başka şey.
------------- ~ -------------------- Hubble'ın Mercekleri