İletişim dilinin ortadan kalkması, dil yerine kendisi dilin bir parodisi olan başka bir şeyin yürürlüğe girmesi ve görüntüden kalkınan kültürün hakikilik iddiasının her saniye dağılması şairi iki yönde çalışmaya itebilir:a) her iki yön de birbirine zıt olmasına rağmen aynı işe yarayacaklardır: şiirin ortak kültür ile olan kadim ilişkisini temsil etmek için onun kanonlarından (gelenek) faydalanmak ya da b) onu içten çatışan en temel sorunlarına gömerek, kültürün kendi fonksiyonunu (türevinden çalışarak) gerçeklemesini sağlamak. Birinci yöntem tıpkı türev almadaki gibi işlemektedir, ikinci yöntem ise bir eğimden yola çıkarak fonksiyona ulaşmaktır. En azından bizim kuşağımıza kadar ortada süreksizliklerle dolu bir fonksiyon mevcuttu. Dilin sadeleşmesinden tutun da, ideolojik restleşmeler için yorgan yakmaya kadar şiir fonksiyonu süreksiz de olsa, işlemeye kendi eğimlerini bulmaya ve hareketini o yönde sürdürmeye devam etti. Bulunduğumuz noktadan –ki bu da süreksiz ve ıraksak bir nokta- kültürün içinden onu yıkarak çalışanların, şiiri kendi mecrası içinde en azından şair için nefes alınacak bir uzay içinde bıraktığını görebiliyoruz: [w:Ece Ayhan], [w:İlhan Berk] ya da [w:Karakoç], bu şiir fonksiyonlarının en uç örnekleri olmalarına rağmen kanonların (gelenek) yapısını bozarak ona rizomatik uçlar yaratmışlardır, buradaki güzellik tıpkı fraktallardaki yapı gibi “kargaşa”nın renklere verdiği desenlerin “kestirilemez”liğinde yatar. Bunlar ([w:İkinci Yeni], [w:Ercüment Uçarı], [w:Karakoç], [w:Zarifoğlu] vs) iletişimsizliğin gelişinden önce, iletişimsizliği temsil etmişlerdir. Bugün herhangi bir şair, sadece Karakoç şiirinden yola çıkarak, tüm geleneğin ya da şiir tarihinin zorlamalarından ve itkilerinden kurtulmuş bir şiiri deneyebilir. Kendisi bağımsız kalacağı gibi kendisinden sonrakileri de bağımsız, birbiri üzerinde kayarcasına hareket eden bir şiirin temalarını yakalayacaktır.
(A) şıkkında yer alanlar için gelenek, yukarıda anlattığımız yapı yüzünden kırılmalarında can sıkıcı ve yorucu binlerce metnin ya da bilginin ışığında ulaşılabilir bir hale gelmiştir. Bugün için üniversite bağımlısı olmaya mahkûm hale gelmiş “kadim kültür” kendisine halk arasında bulamadığı ortak-dilin kültürünü korumak için çalışmaktadır; arşivcilik, çeviri ve akademik makaleler yüzünden şerh üzerine şerh yiyen ve o şerhlerin arasında uçucu bir hale gelmiş, eğlencesiz, zevksiz olan bu “kültür”, televizyonun, radyonun, internetin sürekli dünyasında kendisine bulabildiği tek alan olan “spekülasyon”a sırtını dayayıvermiştir. Dikkat edelim, sansasyona aç medya kültürü, Tarihi de kendi kalıpları içinden çıkarıp, bir haz nesnesi haline getirmiş, cinsel tercihlerinden tutun da “haber-konuş” malzemesi gelmiş tüm tarihi şahsiyetlerin acıları, başarısızlıkları “halk istiyor!” şeklinde ortaya dökülüvermiştir. Onarımcı olması gereken “akademi”nin pıhtılaşmış ve akmayan yapısı, ne ortak dile katılması gereken sürekli kanonları üretebilmiş ne de onları çevirebilmiştir. Her şey fark edilmemiş bir dedikodunun fark edilmesi ile kendisini yüzeyde, ekranda ya da tartışma programlarında bulur.