Régis Debray Fransızcadan çeviren: zeynep cansu başeren
1.
Her kültür, gerçek olarak alma konusunda uzlaşıma vardığı şey üzerinden tanımlanır. Yalnızca bir yüzyıldan beri, her örgütlü grubun harcını oluşturan konsensüse “ideoloji” demekteyiz. Ne enine boyuna düşünülmüş ne de bilinçli olan ideolojinin fikirlerle pek az ilgisi vardır. O bir “dünya görüşü”dür ve her bir dünya görüşü kendi inanç sistemini beraberinde getirir.
Kime inanmalı? Her bir mediasfer, gerçeğin doğrulanmasına ve güvenilirliğinin onaylanmasına [accréditation], böylece de gerçek olmayana güvensizlik duymaya dair kendi ölçütlerini üretir. Güven sorunu daimidir: “Neye itimat etmeli?”, cevaplar bilgilerin ve makinaların durumuna göre değişir. Platon logosfer hakkında şöyle yanıtlamıştır bunu: “Duyunun aşağısında kalana özellikle güvenmemek, bunun yerine yalnızca kavranabilir Fikirlere güvenmek gerekir”, Mağara Mitosu. Descartes grafosfer için şöyle demiştir: “Görülebilir nesnelere güvenmek gerekir, ama yalnızca, onları düzen ve ölçü ile inşa etmek ve denklemlerini iyi kurmak şartıyla”, Yöntem Üzerine Söylev. Videosfer içinse: “Fikirlere hiç güvenmemek gerekir, görüntüleriniz uygun olduğu sürece yöntem, kural ve pusulanın bir önemi yoktur.” Yani, fotoğraf figürden, video bandı iyi bir söylemden daha “inanılır” olacaktır. Zevkler ve renkler, yöntemler ve fikirler, herkesin görüşü kendine. Ama görselleştirmenin konsolu karşısında suskun kalınmaktadır. Görselleştirme açıklamaktır. Gündelik dilde “görüyorum” [je vois], “anlıyorum”un yerini almıştır. “Her şey görülüyor” [c’est tout vu], ekleyecek hiçbir şey olmadığı anlamına gelir. Dün: “Doğrudur, gazetede okudum onu.” Bugün: “İnandım çünkü televizyonda gördüm” (diye konuşur televizyon üfürükçüsünün kurbanı). Artık bir imajın karşısına geçerli olacak şekilde bir söylem çıkarılmamaktadır. Görünürlük, argümanlar tarafından çürütülmemekte, başka bir görünürlük onun yerini almaktadır.
Bakışın her bir çağı, “görülecek” şey olarak ortaya koyduğunu, itiraz kabul etmeyen şey olarak da ortaya koyar. Teokrasilere tekabül eden “putlar” düzeninde görünüşleri yadsıyabilirim, ama göze görünenin bir öte tarafı olduğunu ve tinsel gözümü ona odaklamam gerektiğini yadsıyamam. İdeokrasileri ilan eden “sanat” düzeninde tanrılar ve putlar karşısında kuşku duyabililirim, ama hakikatten ve onun dünyanın büyük kitabı içinde, görünür olguları görünmeyen yasalarla ilişkilendirerek şifresinin çözülmesi gerektiğinden kuşku duyamam. Görsel düzende , başka bir deyişle videokraside, hakikat ve selamet söylemlerini görmezden gelebilir, evrensel olanı ve idealleri yadsıyabilirim ama imajların değerini değil. Bu tür düzenin karşı çıkılamaz ön varsayımı, bir dönemin ortak mekânıdır. O, tinleri düşünülenden daha iyi yönetir. Her otorite rejimi, kendini apaçıkmış gibi sunar. Dünyayı görmemizi sağlayan şey, aynı zamanda bizi dünyaya karşı kör eden şeydir, “ideoloji”mizdir bu. Fikirlerden vazgeçmekten hiçbir zaman daha bulaşıcı olmayan ideoloji, “göz bebeklerimiz”de ikamet eder. Bizi Medusa misali taşa çevirmek bir yana dursun, tam da bizi Medusalara dönüştürür, ortak mekânlarda baktığı her şeyi taşlaştıran bizizdir.
2. İmajlar, kelimelerin aksine, özel beceri ya da öğrenim gerektirmeksizin bütün dillerde herkesin erişimine açıktırlar. Enformatik programlama da, Pekin, New York, Le Cap ve Babil Kulesi’nin bütün katlarını bir araya getirir. Ama ekran bir kez kapatıldığında, her görünür evreni komuta eden içsel bakışlara erişmek kalır geriye. Bu erişimin icabına yalnızca dil ve simgesel tercüme bakabilir. Bununla birlikte, bunun getirdiği sonuçlar olarak ikonaların evrensel yükselişi ve gözün küresel kutsanışı, tinlerin dünya ölçeğinde iletişim kurması kadar hayırlı değildir.
Kendi görünürlük ilkelerine ışık tutamamaları yüzünden, her kültürün az çok obskürantist olduğu söylenebilir. Bizi kör eden şeyi nasıl görebiliriz ki? Ama bütün kültürler entelektüel erdemi ve kâhinlik fiziğini arar ve işletirler, çünkü ülküleri görünür olanın içinden bakarak varolanı görmektir (bu yetiyi etten ve kemikten olma vücudumuzun gözlerine tanımayabilirlerse de). Felsefeler arasında, ağızlar arasında bir diyalog oluşturmak, ışıkları ya da gözleri kendileriyle bir diyaloğa sokmaktan daha kolaydır.Tinler, çevirmenler ve tercümanlar aracılığıyla dünyanın bir ucundan diğer ucuna birbirleriyle konuşabilirler. Ama gözle görülür olanın sözlüğü yoktur. “Göz, dinler” ama ötekinin gözünü duymaz.
3. İnanışlarımızın ve pratiklerimizin binasını ayakta tutan tonozun anahtarı ne hakikate dair entelektüel seçim, ne de değere dair ahlaki seçimdir. Ahlakı ve bilgiyi ilgilendiren ve de onları belirleyen bu tali işlemlerin ötesinde varoluşun optik teoremi bulunur: varolan, vardır [ce qui est, est]. Görmeye ait ilkelerimiz aynı zamanda bölmeye de aittir, geri kalan, yani “görülecek” olmayan ise varlık-olmayan, göz yanılgısı ya da sahtelik sayılır. Bizim için gerçekliğin kendisi olan şeyi budistler doğal olarak “boşluk”, yani “sunya” diye adlandırırlar, budistler için gerçeklik olan şey bize gayet doğal bir şekilde budalalık ya da kibir olarak görünür. Bir medeniyetin doğal apaçıklığı, diğer bir medeniyet için yanılsamadır. Herkes kendine Maya. Bu kendi etrafında fırdönmeler “kültürler arası diyolog”u çağırır ve onun sebebini sağlar. Bununla birlikte, gerçeklik tekno-kültürel bir ulam haline gelmiştir, ve bu teknik küreselleşmektedir. Eğer gerçeklik herkes için bir ve aynı şeyse, kendi aramızda ne hakkında konuşacağız? Eğer artık tek bir dile doğru gidiliyorsa, dünyanın bir ucundan diğer ucuna birileriyle konuşma isteğini bulacak mıyız hâlâ kendimizde?
4. Bakışların, bir toplumun zımni kültürünü tanımlayan aşkın uzlaşımı, geçmişi ya da nesnesi olmayan öznelerin köy meydanında toplanıp görüştüğü, onlar tarafından özgürce tartışılarak üzerinde uzlaşılmış bir toplumsal sözleşmeden doğmaz. Biz, mitlerle tıkabasa doldurulmuş ama aynı zamanda araç-gereçle donanmış yenilikçi mirasçılarız; kültürümüz de, mitolojik mirasımız ile (bilimsel ilerlemenin durumuna tabi olan) teknik ortamımız arasında sağlanan, bir iyi bir kötü iş gören bir uzlaşımdır. Bu uğurda aracıların sayısı gittikçe artma eğilimi gösterir ve yalnızca apaçıklıklarımız değil, başkaldırılarımız da araçsallaştırılır. 19. Yüzyıl’ın devrimleri gibi, Mayıs 1968’deki öğrenci hareketi de İtalyan tarzı tiyatro tarafından “modelleştirilmiştir”, sahne duruşu, jestlerin vurgulanışı, sloganın çınlayışı, sokaklarda tiyatro topluluğuna yani başka bir deyişle, eylemde bulunan ve konuşan avangarda alkış tutan kitle. Bu kuşkusuz “son seans”tı, tarihimizin son büyük teatral temsiliydi (televizyon platosu bundan itibaren kendi dekorunu ve dramaturjisini kamusal alanımıza dayatmıştır). Odéon’un işgalinden sonra, video yapımcılığı baskını mı? Kolektif aktarımın yeni ortaya çıkan her makineciliği, ortak mekânlarımızı yeniden düzenler, iletişim kurmamıza izin veren aktarılamaz olanlardır bunlar. Tıpkı bilişsel özne gibi, inançlı özne de teknik bir öznedir çünkü öncelikle hayali bir insandır. Gittikçe araçsallaşan bir imgelemle birlikte, protezlerimizin estetiğine, ahlakına ve politikasına sahip olacağız daima. Bugünün kültürel iklimini karakterize eden yakın plan, zoom ve 3-D teknikleri olmadan, parçanın, “kit”in, çatlayıp patlamış olanın bütün güney açılarının ululaştırılmasına şahit olacak mıydık?
5. “Esasa dair” ihtilaflar ya da “ciddi” laf dalaşlarıyla yüz yüzeyken, şimdiye kadar “büyük tinlerin” en arka sıraya koyduğu, sayfanın en altına yerleştirdiği kâhyalığa değgin olduğu söylenen sorunları masaya yatırırken tartışmanın çıtasının birden bire düşmesinden çekinilmediği zaman, medyoloji amacına ulaşmış olacaktır. “Ne ve neden?” değil ama “nereden ve nasıl?”. Bugün makinelerın durumu, dünün politikası gibidir. Onlarla ilgilenmeyebilirsiniz ama bu sefer onlar sizinle ilgilenirler.
Görme ve dinleme makinelerim ne ister ve benimle aynı şeyi mi düşünürler? Medyaların aracı olarak araya girmesi, ağların çoğalması ve devrelerin karmaşıklaşmasından ötürü özgürlük marjımızın gitgide küçülmesi, bu soruları hiç olmadıkları kadar kaçınılmaz kılar. İnanmayı sağlamaya yarayan teknoloji hep varolagelmiştir, Eski Yunan agorasından ve kuşkusuz daha eskilerden beri. Ama bugün kolektif gırtlak, kamusal sözü yönetmektedir. Bugünkü gerçekliğimiz dünyanın medyavizyonudur, bizi emrinde bulunduran ve küresel ölçekte iş görebilme kuvvetine sahip bir tertibattır bu.
Elektomanyetik kayıtla birlikte, dayanaklar maddiliğini mi yitiriyor? Dışsal gerçekliğin, gerçekliğini yitirmesi. Araç-gerecin ve kurucu unsurların minyatürleşmesi mi? Majüsküllerin daralması, mantıksal söylemlerin mikro-anlatılara indirgenmesi. Temsillerin çepeçevre sarılması mı? Temsili olanın buna tekabül edecek şekilde biçimlendirilmesi. Kolektifliklerin normalleştirilmiş bir kişiselleştirilmesi. Hertz aktarımlarının anlıklığı mı? Zamanın derinliğinin yok olması. Görüntünün piksellerine ayrılması mı? Enformasyonun hırçın bir şekilde patlayıp saçılması. “Cut” montaj mı, mozaik montaj mı? Gerçekler arasındaki bağların mantıksal bir biçimde kopması. Detayın, kırıntının, parçalara bölünmüş olanın kültürünün, eskinin bütünsellik diyalektiğinin ufalanmasının, her yerde küreselin fraktalle ikame edilmesinin, -ki bunlar kimi zaman “büyük anlatıların çöküşü” olarak özetlenirler-, görüntü alma aygıtları, sinema montajı, televizyon zoom’u ve tıklayarak enformasyona ulaşma vb. tarafından nesnelerin, aynı sanat yapıtları gibi, optik düzlemde yerlerinden oynatılmasına büyük borcu vardır. Bu prosedürlerden her biri, belirli bir tutuma götürür ve bu tutumların toplamı belli bir tip Site [Cité] oluşturur. Çizgisel bir nedensellik yoktur elbette, ama genel bir döngüleşme vardır.
6. Üçe kadar saymak yapması en zor şeydir. Hıristiyanlık, ikili kültürün yerine üçlü kültürü (medyolojinin kuramsal zemini) koymak için binlerce yıl harcamıştır. Yarının imajlarının ikili dilinin, sıfır ve birin, evet ve hayırın kombinasyonunun, zihinleri el altından evet/hayır ikiliğinin içine hapsetmesi yazık olur. Kamuoyu araştırmaları, zapping, imaj var/imaj yok seçeneği, şampiyonların (iki, nadiren de üç tanedir bunlar) televizyonda yayınlanan düellosu ve seçimlerin ikinci ayağı; ne taraftar ne aleyhtar, ne siyah ne beyaz olanlara, her ikisinden de biraz olanlara yani hiçbiri olmayanlara hiçbir hareket alanı bırakmaz. Dışabakışlı [extraspective] (içebakışı dışa yansıtan) bir kültürün, nüansı, karmaşıklığı, melezliği, çıkarsamayı ve varsayımı, yani yazından doğan içebakış ve içsellik medeniyetlerinin yeni olmalarından dolayı kırılgan da olan kazanımlarını zor durumda bırakma ihtimali çok büyüktür.
7. Kulluk, medyatize olanın insan tarafından dolaysız ve anında olana [immédiat] çevrilmesidir. Ya da insana tabi olan her şeyin, ondan bağımsız ve her şeye muktedir olana çevrilmesi. Özne, kendisine ait tertibatlarla inşa edilmiş yapaylığı, doğal ve amansız bir şey olarak algılar. Etkin olarak algılamasına aracı olan şeyi, edilgen bir biçimde algılayacağı nesne olarak alır. Yani, kendi imajlarının yaratıcısını ve kaynağını (daha önceleri Tanrı ve hakikat konusunda olduğu gibi) bilmez. Bu imajlar, tıpkı dolu ya da fırtına gibi, öznenin “başına gelen” şeylerdir, oysa öznenin kendi temsil dizgesidir bu imajları “saçan”. Yabancılaşmanın ve bir özgürlüğün mite dönüştürülmesinin klasik mekanizması. Ama burada, artık Tanrı fikrinde değil ama tanrılaştırılan ve mitselleştirilen imajlarda kendisini dışa vuran ve yüceltilen şey, artık bir öznenin bilinci değil de, sosyo-teknik bir makineler bütünüdür.
8. Görsel çağın denklemi: Görünür olan=Gerçeklik=Hakikat. Bilinçdışı arzu düzeninin düşsel ontolojisi. Emarelerini hakiki bir yeni düzen oluştaracak şekilde hizaya getirebilecek kadar güçlü ve gerekli araçlarla donanmış bir arzudur bu artık.
Kendi aygıtlarının kendisine gözlerine inanma konusunda yetki verdiğini düşünebilen ilk medeniyetiz. Görünürlük, gerçeklik ve hakikat arasında bir eşitlik ilişkisi kurmuş ilk medeniyetiz. Bütün diğer medeniyetler, imajın görmeyi engellediğini varsayar, düne kadar bizimki de öyle yapıyordu. Şimdiyse imaj, kanıt değeri taşır. Temsil edilebilen, kendisini su götürmez bir şeymiş gibi sunar. Bununla beraber, endüstriler tarafından medyatize edilmiş duyarlı temsillerin doğası ve sınırları gitgide daha büyük bir ölçüde pazar tarafından belirlendiğinden, eşitlik özelliği dönüşür ve şu hale gelir: “satılamaz olan=gerçek olmayan, sahte, geçersiz”. Ancak borcunu ödeyebilecek olanın bir değeri vardır, müşterileri olanların sahip olduğu değerden başka bir değer bulunmaz. Hakikat değerlerinin, enformasyon değerlerinin üzerine dizilmesi, hakikat değerlerini arz ve talebe endeksler: piyasası olan hakiki addedilecektir. Tercümesi: “Kamu, biricik yargıcımızdır.” Hakikatin ve iyinin pazarlanmasından sonra, gerçeklik kaçakçılığının (organ kaçakçılığı gibi) ortaya çıkması mümkün görünmektedir. Duyarlı gerçeklik, alım gücünün işlevi mi? “Pay for view” [para ödeyip izlemek] yarının bakışını mı yönetecek? Aboneleri için şifre çözücüyle beraber gelen bir şifreli algıyı da görecek miyiz? O halde zenginler en incelikli duyumlara, ve nihayet duyarlı dünya üzerinde tekele mi sahip olacaklar? Eğer bir kültürün en üstün değeri aynı zamanda, yandaşlarına hayal kurduran şey ise aşağı yukarı hepimiz zaten lotoyu kazanmanın hayalini kuruyoruz.
9. Topyekün pazarlaşmaya doğru bu yönelimin teyit edilip edilememesine bağlı olmaksızın, zamanın “iklim”i ile “tin”ini birbiriyle karıştırma, gittikçe güçlenen bir eğilim olarak durmaktadır. Hukuki hakkın gerçek, olması gerekenin mevcut olan, uzunun kısa üzerine bindirilmesidir bu. İmajın ve onun elektronik evrendeki, yakın gelecekte de dijital evrendeki göndergesinin büzülüp daralması, Hakikat’in, Güzel’in ve İyi’nin, yakın geçmişin totaliter rejimlerinin düşlediği, kasti bir kaynaştırılmasına götürmüyor mu? Mümkünatın boğulması ve zamanın donmasının yanı sıra, kuraldan sapma, muhalefet etme ve icat etme özgürlüklerinin küçülmesi. O halde Videokrasi, Ideokrasi’nin soldan ulaşmış olduğu acınası noktaya, sağdan varır. Görsel-işitsel şölen, eski “gerçek sosyalizm”de kalmış Politburo üyelerinin ikonalarından çok daha fazla sayıda ve bir o kadar da şen imajlar sunar ancak daha geniş bir topumsal imgelem sunmaz, zira imgelem, bilincin gerçekdışılaştırma işlevidir; bu işlev, olan bitenin vaziyetini inkar etmemize izin verir . Bununla birlikte, kayıt altına alınmış imaj, bir tür “apaçıklığın terörizmi” yoluyla, olay’ın otoritesini ikiye katlar.
Bir WYSIWYG (“what you see is what you get”) toplumu, açık bir toplum değildir artık. Geleceği, görselleştirilebilir şimdinin, mümkünlerin oyununu da kuralları koyan bir “olan biten”in saflarına doğru alçaltmak ,- “yanılıyorsunuz çünkü gösterecek hiçbir şeyiniz yok”-, Videosfer, eğer bizden bütün erkleri devraldığını düşünürsek, insanlık tarihinin hem en az mesihçil [messianique] hem de en az diyalektik olan çağıdır. Bugün, imgelem için savaşmak, “her şeyin imaj olması”na karşı savaşmaktan geçer. Görsel olanın tek başına bütün söylemleri doğrulama hakkını kısıtlamadıkça sonsuzluk üzerindeki hakkımızı geri alamayız. “Daha az görmekle daha çok tasavvur edilecektir.” (Rousseau)
10. Görünmez Olanlar’ın yokoluşu, görünür olanı yeniden üreten araçların ne yazık ki görünür kıldığı, insanın kanını donduran bir gerçektir.
Özetleyelim. Yazının icadını izleyen logosferde, gerçekten varolan, namevcuttu. Görünür olandan kuşku duyuluyordu: geçmişte, Eski Mısır, Eski Yunan, Bizans ve Orta Çağ kültürlerinde böyleydi, bugün ise Budizm, Hinduizm ve Animizm’de böyle. Üç tektanrılı dinin ikisinde, Tanrı’nın ne yüzü vardır ne de vücudu. Bunlarda, Tanrı sözdür ve ona bir görüntü bahşetmek hem suç hem delilik olacaktır. Bu dinlerden yalnızca üçüncüsünde, yani Hristiyanlıkta ya da en azından onun Katolik biçiminde, tanrısal olanın fiziksel görüntüsü, üzerinde uzlaşılabilir bir şeydir.
Matbaanın icadı üzerinde yükselen grafosferle birlikte, görünür olan yeniden itibar kazanmıştır, ama mantıksal şekilde çıkarsanabilir bir gerekliliğe söylem ya da soyutlama yoluyla dadanan ya da onu bu yollarla düzenleyen bir olumsallık olarak kazanmıştır bu itibarı. Descartes: “Geometri uğraşı için en uygun konumda olanlar, körlerdir.” O halde, dünyanın, bizden sakladığı şey ile açıklandığı apaçık bir şey olarak alınmaktaydı. Bahsedilen bu alanda hakikat, Levi-Strauss’un dediği gibi, kendini gizleme uğruna kendini açığa vurur.
Videosferde ise bu gizleniş sahteliğe ya da tutarsızlığa işaret eder, gözlemlenebilir olmayandan kuşku duyulur. Görselleştirilebilir olmayan yoktur. Sözcüklerin varlığının uçuculuğu, en katışıksız haliyle mit, eski Gerçekliğin temeli: Ulus, Sınıf, Yasa, Cumhuriyet, Ödevler, İlerleme, Kamu Çıkarı, Evrensel, Uzun Vade, Adalet, Devlet, vb. Bizi sarmalayan sözde-somutlukların hiçbir ekranda belirmeyecek (fakat vaktiyle etkili olmuş) “soyut” dayanakları. Paradoksal olarak, aktarım destekleri maddiliğini yitirdikçe toplumsal hayatta maddi olmayan şeylere daha az yer kalıyor. Varolmasına izin verdiğimiz maddi olmayan yegane şeyler teknik nitelik taşıyanlar mıdır? Ahlakın taşıyıcısı olarak gördüğümüz tüm şahıslar kriz içindedir. “Fransa’m, görüyorum seni, tıpkı arzuladığım genç kadın gibi sen de tüm havayı doluruyorsun varlığınla..”- dünün duyarlı apaçıklığın bir örneği, bugünün edebi retoriği. Bir uydu fotoğrafından adına uzlaşımla Fransa denmiş toprak parçasını görebilirim elbette. Siyah fon üzerine aşıboyası ve yeşil renklerdeki bu lekenin bir ülke oluşturmasını sağlayan bin yıllık tarihiyse asla göremem.
11. Her şey görülebildiği zaman hiçbir şeyin değeri yoktur. Geçerli olanın görünür olana indirgenmesiyle birlikte farklılıklara karşı kayıtsızlık artar. Bir ideal olarak “öyleymiş gibi görünme”, bağrında benzerliğin tahrip edici virüsünü taşır. Bütün özgül idealler birbiri ardına, insanlığın en büyük toplumsal görünürlüğe sahip kesiminin safında hizalanırlar. Bunu, en zenginlerin dilinin dünyanın bütününün dili ve en güçlülerin yasasının en üstün kural haline gelmesi izler. Her yerde hazır ve nazır bir videosfer, erdemin yerine kinizmi, etkinlik yerine konformizmi, görüş ufku yerine tamamlanmış bir nihilizmi geçirir. Öyle ki türümüzün hayatta kalma güdüsü ve bireylerin, uluslarda olduğu gibi, haz arayışı er ya da geç imajların ayrıcalıklarını kısıtlamaya götürür. O halde boğulmayı ve sıkıntıyı önlemek için içerisinin görünmez mekânları şiir, bahis, okuma, yazma, hipotez ve rüya yoluyla tekrar oyuna dahil edilecektir.
12. Yeni dijital imajların ürettiği bilgi ve güç, imrenilir olmanın çok ötesinde bir niteliğe sahiptir. Teleskop, mikroskop ve radyografiden sonra enformatik işlemler, soyut kuramsal modellerin görsel bir tercümesine izin verererek, uzaklıklar, organlar ve onların hastalıkları, plan ve izlem yoluyla inşa ettiklerimiz ve entelektüel hipotezlerimiz üzerindeki denetimimizi kayda değer şekilde artırmıştır. Yeni görsel protezler, sahip olduğumuz bilginin çeşitliliğini azaltarak çevreyle ve evrenle ilişki kurduğumuz yüzeye müdahale etme yetilerimizi güçlendirirler. Bundan böyle omniskop [her şeyi gören] bir görüş gücüyle donanmış olan bizler erişilmesi mümkün olmayanı oraya gitmeksizin keşfedip inceleyebilir, geleceği daha ona ulaşmadan programlayabiliriz. Mikroskoplar milimetrenin 1/10000’ine kadar inmiş bulunuyor, makroskoplar da gözlem uydularıyla birlikte bir o kadar katsayı kazanmış durumda.
X ışınları, kızılötesi ve gamma ışınları görünür olanın dalga uzunluklarının ötesine geçmemize zaten izin vermişti. Optronik ve onun termik kameraları tank sürücülerinin, uçak pilotlarının, bazuka kullanıcılarının, kendilerini göstermeden gece görmelerini sağlar. Radyografi, ultrason yoluyla, bir kafatasını ya da leğen kemiğini üç boyutlu şekilde görüntülemeyi olanaklı kılar. Görme, tıbbi teşhiste işitmenin ve dokunmanın yerini alır. Manyetik rezonans görüntüleme (MRG) sayesinde dokulara, hücrelere, nöronlara girilebilir. Kızılötesi reflektografi, vidikon kameralar ile en kalın malzemelere bile nüfuz eder. Nötronik görüntüleme metal engeller ardından saptama yapar, dijital görüntü robotların otomatik olarak kumanda eder. Spot-Imaj, yerden sekiz yüz kilometre yükseklikteki bir yörüngeden aldığı yüksek çözünürlüklü görüntüleri pankromatik ve multispektral işlemden geçirerek akarsuların kabarmasını, kumulların ve buzulların çıkıntılarını, yeryüzünün jeolojik yapısını, akarsulardaki toprak çökeltilerini saptar. Denizaltı kamerası, okyanusların kapağını açmıştır. Changeux, “zihinsel bir nesenin imgesinin bir gün ekranda görüntülebileceği” fikrinin artık ütopik olmadığı konusunda güvence verir bize. Michel Serres Projesi, bilgisayarlı uzaktan eğitim ile pedagojik toplumu yeniden icat ederek, bilginin bir topluluk içindeki dağıtımını görünür kılan enformatik araçları oluşturmuştur: Minitel ekranındaki kolektif beyin. Bu hayranlık verici teknik ilerlemelerin bir karşılığı yok mudur peki? “There is nothing such a free meal” [Bedava yemek diye bir şey yoktur]. İşleyişe dair bütün bu kazançların dışarı yönelimli maliyeti, içerinin bir tür simgesel körlüğünde bulunur. Birkaç onyıldan beri, gözlemlenebilir mekânların genişlemesi, ütopyanın topraklarının küçülmesi pahasına gerçekleşmiş gibi görünmektedir. Elektomanyetik ışınım tayfı, retina tarafından algılanabilen ışığa indirgendiğinde, göze görünmeyenin sahip olduğu gerçeklik çok daha fazlaydı. Örneğin (bir ideogram dizgesi tarafından simgelenebilecek ama hiçbir elektronik mikroskopun doğrudan gösteremeyeceği) Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik ["Liberté, Egalité, Fraternité", Fransız Devleti'nin mottosu, ç.n.].
Gelecek binyıl için basit bir soru: İnsan, yukarıda ya da aşağıda “göze görünmeyen şeyler” olduğunu kabul etmeden etrafını nasıl iyi bir şekilde görebilir? Bu ille de melekler ya da göksel varlıklar demek değildir. Mümkün olan hiçbir görsel tercümesi bulunmayaniİdeal gerçeklikler, mitler ya da kavramlar, genellikler ya da evrensellikler, maddi olmayan şeyler ya da semboller, sanal olacak ve cyberspace’te bulunacaklardır. Başka yer olmaksızın burası’na, dün ve yarın olmaksızın şimdi’ye, asla olmaksızın daima’ya nasıl sahip olabiliriz ki? * Medyolog için ahlâk yasaktır. Askıya alma anları da bundan kaynaklanır. Medyoloğun ödevi, nesnel bir araştırmanın sınırları dahilinde betimlemek ve açıklamaya girişmektir. Bundan böyle temennisi, kendi disiplininin dışarısına çıkarak göze görünmeyenin tarafını tutmak olacaktır.
Kaynak: Debray, Régis; Vie et Mort de l'Image: Une Histoire du Regard en Occident, Gallimard, 1992.
Régis Debray Fransızcadan çeviren: Zeynep Cansu Başeren