EGO-KAÇ İYİMSERLİĞİYLE YAKALAYACAĞIMIZ BU TUTKU VE DALGALAR İSTANBUL’U ŞİİRSEL ADALETE TAŞIR MI?
Özcan Türkmen
Bu kez lafı dolaştırmadan ve hemen söylüyorum: Ben günümüz kavramsal “sanat”ına, bienal türü bu etkinliklerin star-küratörleri ile star-sanatçılarına ister sanat isterse politik eylemlilik babında inanmıyorum. O yüzden 10. Uluslararası İstanbul Bienali ve Hou Hanru özelinde bir şeyler söylemeyi de küratörlerin ve onların safındaki sanat cv’cilerinin kendilerine bırakıyorum. Benim “dışardan biri” olarak meramım, bu postmodernist zamanları ve değerleri, mümkün öznel hakikatliliğimde tarihsel olarak yerli yerine oturtmaya gayret etmekten ibarettir. İşte bu amaçla güncel sanat pratiklerine itirazlarımı bir kez daha ifade etmek istiyorum.
Her şeyden önce kısa bir tarihsel-tanımsal çerçeve belirlemek yararlı olacaktır: Sanat, büyük ölçüde “homo ludens”ler, “homo brevis”ler de olan biz “homo sapiens”lerin tarihimizdeki kimi yaratıcı etkinliklerimizle, bu etkinliklerin sonuçları olarak ortaya çıkan kimi yapıtların ancak yine aynı tarih içinde oluşturulmuş bir öykü, bir disiplin (sanat tarihi) çerçevesinde incelenmesiyle varolan bir olgudur. Bilimin ve felsefenin temelindeki dürtü “merak”sa sanatın temelindeki dürtü “yaratmak”tır, denebilir. Fakat biz tarihli, bellekli varlıklar olduğumuz ve anlama yetisine sahip olduğumuz için, bu ve benzeri dürtülerimizin zaman içindeki sonuçlarını bir öykü dahilinde idrak etmek, sınıflandırmak, disipline etmek gereğini duyarız ki bu da düpedüz bir başka dürtü değilse anlama yetimizin kaçınılmaz bir sonucudur. Anlama yetisinin bu tarihsel-toplumsal bağlamı nedeniyledir ki meraklarımızın, düşünmelerimizin, yaratmalarımızın sonuçları zamanla bir “elek”ten geçmek, öncesiyle ve bir arada bulunduklarıyla kıyaslanmak zorunda kalırlar. İşte düşünüp yazdığımız her şeyin felsefe olamamasının, yarattığımız her şeyin sanat olamamasının ve merak ettiklerimizin sonucunda bulguladıklarımızın hepsinin bilim olamamasının açıklaması budur. Başka bir deyişle, saydığım bu alanlar, anlama yetisinin gerekleri, belleğin seçiciliği, toplumsallık ve ölümsüz olmayışımız nedeniyle, zaman içinde kendiliğinden seçici ve ayrımcıdırlar. Tarih, her olguyu yan yana koyamaz ya da insanlık geçmişte belirli bir amaçla aynı etkinlikte bulunmuş kişileri eşitlikçi bir tutumla anımsayamaz. Tersine bir beklenti, zamanın ve insanlığın insafsızlığından çok, bizim ölümlü ve çocuksu narsisizmimizi işaret eder. Demek ki ağırlıkla Amerikan damgasını taşıyan II. Dünya Savaşı sonrası sanat pratiğinin geçmiş sanata dair en büyük saldırı argümanlarından biri olan elitizm, ideolojik bir paradigma olmaktan çok önce ve çok öte, bizzat toplumsallığımızın, belleğimizin, ölümlülüğümüzün ve anlama yetimizin doğasıyla ilintilidir. Sanat, hiç de Arthur C. Danto’nun savladığı ya da görmek istediği gibi güncelle, herhangi bir sanat kuramıyla ya da eleştirmenlerden, izleyicilerden, yatırımcılardan vb oluşmuş bir sanat dünyasıyla “bağımlı belirlenim” ilişkisi içinde değildir.
Yani sanat ne bunlara bağımlıdır ne de bunlar tarafından belirlenir. Tersine, bunları zamanla kendi formel öyküsünü izleyen sanatın kendisi inşa eder. Evet, sanatın iç öyküsü “formel”dir; zamanın ruhu açısından ikna edici bulunmayan formların terki ve yıkımı üzerine yeni form önermelerinin öyküsüdür. Üstelik bu öykü, tıpkı bilimin öyküsü gibi, toplumsal tarihimizin tüm ekonomi-politik olarak belirlenmiş ideolojik uğraklarına karşın görece bir “özerkliğe” sahiptir; çünkü kendi tarihi içinde refleksif bir soyutlamayla kendi üzerine katlanarak kendi içinden “form” kavramını ve bilincini çıkarabilmiştir. Eş deyişle, toplumlar köleci, feodal, kapitalist vb olurlar ve bilimcilerle sanatçılar kah aristokrasinin kah burjuvazinin emrindedirler; ama yine de bilimin temelini bilebildiğimiz en kesinlikli uslamlama dili olan matematik, sanatın temelini de salt duyusal olanın dili olan form oluşturmaya devam eder. Kant, estetik deneyimlemeyi, kılı kırk yararak “anlama yetimizi form aracılığıyla özgür bir oyuna davet eden” diye idafe eder. Günümüz sanatının formu, formun dününü, sorunlarını ve niteliğini hiçe sayması, içeriğe, espriye, jeste, protestoya, kurama, metne, popülizme, pop’a, kitsch’e, pastişe tutunmaya çalışması form denen zahmetli kabustan (insan burada Ulysses’te Stephen Daedalus’a “tarih benim kaçmak istediğim bir kabustur” dedirten Joyce’u anımsıyor) kaçmaya çalışmanın umarsızlığı değilse nedir? Matematiksiz bir bilimi, formsuz bir sanatı mı kekeletmeye çalışıyoruz, yoksa insanlığın devasa birikimi artık omuzlayamayacağımız kadar fazla geldi de bundan böyle görmemeyi, bilmemeyi mi tercih ediyoruz? Bu Dünya’dan herhangi bir ölümlü olarak geçip giderken, anladığım bir parça bir şey varsa diyorum ki bugünün kavramsal ağırlıklı sanatı tam da form problemi olmadığı için ve sanatın kavramla ilişkisi son derecede sorunlu olduğu – daha doğrusu, sanatın epistemolojik değeri tam da onun kavramsız form inşasında yattığı - için ölü doğmuştur ve yaşamayacaktır. Geleceğin şayet epistemolojik suikast değilse epistemolojik felaket olarak elinin tersiyle iteceği, tam bir acz pasajından geçiyoruz ne yazık ki. Göz’el olanda gözün, işitsel olanda kulağın, dilsel olanda dilin unutuluşu sayesinde, medyatik dezenformasyonun başarılarını gölgelediği bir enformasyon çağındaki tözünü inkar eden bu yitiklik sayesindedir ki aradan yaklaşık yüzyıl geçmesine karşın resimde, müzikte, edebiyatta eski ustaları halen selamlamaya devam etmekteyiz.
Bu vahim durum karşısında günümüz küratörlerine ve kavramsal sanatçılarına dönüp baktığımızda ise zafer çığlıkları, coşku ve kahkahayla karşılaşıyoruz. Haklılar, çünkü onlar problemi tam da Dostoyevski’nin Büyük Engizitörü’nün çözdüğü gibi çözdüler: Problem, problemi ortaya koyanların kendileriydi. Postyapısalcılar sayesinde artık insanlık olarak geçmişteki bütün düşünüş hatalarımızdan arınmış bulunuyoruz. Her şeyi bilmekteyiz ve tüm sorunların çözümüne ulaşmış durumdayız. Çünkü binlerce yıldır birlikte yaşamamıza rağmen salt ideolojik körlüğümüzden ötürü görememiş olduğumuz yanıbaşımızdaki “öteki”ni ancak şimdi görebildik. Bundan böyle zinhar emperyalist olmayacağız, sömürmeyeceğiz ve gücümüzün temelinde yer alan bilginin sonuçlarını bilgiden mahrum olanların aleyhine kullanmayacağız. Çünkü mülkiyet kavgalarımızın nedeni olan o kaba maddeyi arzulamaktan arındık ve bunun yerine kültürlerin kapsayıcı tinselliğini koyduk. Bu kadar akıllanmamıza rağmen Irak’taysak verdiğimiz geçici rahatsızlıktan ötürü özür diler ve sizi iyimserliği sürdürmeye davet ederiz. Yeni bir imparatorluğun kuruluş sancılarını yaşamakta olduğumuzu anlıyor musunuz? Bu, gerçekte Soğuk Savaş’ın bitimine, Aydınlanma Avrupa’sı karşısında Amerika’nın kazandığı zafere, iletişim devriminin henüz baş aşağı duruşuna, kendine sınırsızca yol açarken emeğin önünü kesmeye devam eden global sermayeye, kapitalizmin günah çıkarma partisine katılışın keyfine kadeh kaldıranlar bana Antik Yunan’dan sonraki Roma’yı, İlkçağ’dan sonraki Ortaçağ’ı hatırlatıyorlar. Gerek sanat tarihinde gerekse toplumsal tarihte görürüz ki “zamansal sonralık” tek başına anlamlı ve tutunulacak bir şey değildir. Hele ki cehaletin, kolaycılığın insanın dolaylı-dolaysız her türlü bilme etkinliğinde hiçbir yeri yoktur. Ne kadar güzel değil mi, savaş yıllarının Avrupa’daki dönemsel ve karamsar Dada hakikatliliğinin Duchamps bozunumu üzerinden Yeni Topraklar’a varıp pop-star kültünün çarklarında harcanmış Amerikan soyut ekspresyonistlerinden sonra ulaştığı neo-dada sanatsal nihilizminin kapitalizmin kadim nihilizmiyle buluşması sayesinde bugün, sponsor desteğiyle devrimci bir star olabiliyorsunuz; hem politik eylemci hem de sanatçı olabiliyorsunuz; hem üst-düzey bir kavramsal elit hem de bir halk adamı olabiliyorsunuz; bir taşla bir sürü kuş vurabiliyorsunuz. Olan, Picasso’yla Che’ye olmuş gözüküyor; yaşasalar her halde iyimser Hanru’yu ve mütevazı Esche’yi çok kıskanırlardı.
Ne diyelim, birazcık mutlu olup kıvanmayı ben de çok isterim, ama yutulacak dolma mı şimdi bu? Mekanları karikatür dergilerinin inceliğini aratacak pornografik ve düzeysiz esprilerle ve parkalinç destursuzluğu / düstursuzluğu ile doldur, Beral Madra’nın da yazmış olduğu gibi bir “lunapark”a çevir, sonra da sanki bu mekanları açılış gecesinde “süpeeer” nidaları yankılanan kimi kentsoylularla değil de Gülhane Şenlikleri’ne katılan varoş sakinleriyle doldurmuşsun gibi devrimci, halkçı geçin – Pes. Bu kadarına pes diyor ve görsel sanatları yakından tanıdığını bildiğim, şehrimizin kültürel yaşamına birçok katkısından ötürü değer verdiğim Eczacıbaşı’na bienalle yollarını ayırmasını naçizane öneriyorum. Başlarında avangart yeller esen genç sanat işçilerinin ise tutarlı ve dürüst davranıp işlerini bienal mekanları yerine doğrudan sokaklarda ve alternatif mekanlarda sergilemelerini dilerim. Çünkü “egolarımızdan kaçarak” “iyimserlik”le yakaladığımız bu “tutku ve dalga”, “İstanbul”u “şiirsel adalet”e taşımıyor; sadece reklama hizmet ediyor. Bir de Hanru’nun metninde bahsettiği şu “iyimserlik” gücünü, kaynağını nereden alacak, anlamış değilim; çünkü yazıda bu belirtilmiyor. Kendi adıma, insanlığın geleceği, 3. Dünya, modernizm vb konularda iyimser olsam da küratörler, bienaller ve genelde kavramsal postmodernist sanatın geleceği konusunda karamsarım.
Yorumlar
gözleri açmanın zamanı
Puanlar: -1
‘yukarı’ dedin
Bineal'lerle ilgili fikrim, fikirlerim Özcan ile çakışma eğilimi gösterir. Aslında ben bienal türü etkinliklerin, yaygınlığının sağlanabilmesi adına Büyük Biraderlere çeşitli rüşvetler verdiğini -tavizler- ve bu rüşvetlerle kazandığı reklam alanı ile "alımlama menzilini" bir türlü denk getiremediğini, eh kısaca böyle olunca Emin Çölaşan ile Yılmaz Özdil arası bir gürühla başbaşa kaldığını düşünüyorum.
Fakat Özcan'la daha önce defalarca görüştüğümüz ve konuştuğumuz ve onun sonunda "politik bir şiir olmalı" diyerek en azından görsel şiir'den çekildiğini, en azından buradaki pratiği şimdilik desteklemekten vazgeçtiğini düşünüyorum (tam emin değilim). Örneğin ona göre bu "sarkık" işler, estetik beklentiyi biçimsel olarak karşılayamadığı gibi -ki ben de böyle düşünüyorum- kavramsal olarak da elbette çok geride görünebilirler. Ama Malevic'in eleştirmenini mumla araması gibi, çoğu kez görsel şiir de eleştirmenini mumla arıyor vs.
Dada serüvenin göz atan herhangi biri, "Büyük Cam"ın ötesine nasıl geçilebileceğini merak eder. Bizde bunun izahı mümkün değildir, çünkü ne sanatımız ne de eleştirmenimizin kelime ve tamlama envanteri hiç bir aşamada yeterli olamaz, Cumhuriyet sonrasında. Batı, öyle birşey yapmıştır ki, Ustaları öldürenleri Usta konumuna getirip, aşırı riskli, neredeyse ölümcül bir salvo atabilmiştir. Newton mekaniği ile sağlama aldığı evrenin ve dünyanın, Einstein ve kuantum sayesinde aldığı halin ürkütücülüğünü önce şaşırıp, daha sonra da kâra çevirerek yaptığı gibi.
Bienaller bize bir beden büyük geliyor, Dünya fuarlarında daha önce ecdadımızın yaşadığı şeyi, oraya giderek değil, buradan pek bir yere gidemeyerek deneyimliyoruz. Değişen birşey yok, 4-0 yeniğiz. Bir kere "sokak" gerçekten hangi haliyle ve yapılanması ile sokaktır. Önce alışverişmerkezi estetiği ile hacamat edilmiş sokağın görüntüsü, üzerine, altına, içine ne sokup da gerçekten "hayret" makamını işgal edebilecek genç sanatçı? Bizi sokaklar değil, yoksunluklarımız tuzağa düşürüyor. Fikrî gelişmesini tamamlamamış olanlara, değil kavramsal, gerçekçi sanat bile nereye kadar? Kaldı ki gerçekçi ne, kavramsal ne?
------------- ~ -------------------- Hubble'ın Mercekleri
Merhaba Serkan, En son bir
Puanlar: 6
‘yukarı’ dedin
Merhaba Serkan,
En son bir yıl önce telefonda konuşmuştuk; görüşmeyeli ise özlemimle orantılı olarak "çok uzun" diyebileceğim bir süre geçti. Yukardaki, yeni farkettiğim yorumununun hem sana ve poetikhars'a bir merhaba demek hem de bazı sorulara yanıt vermek için uygun bir vesile olduğunu düşündüm. Şunu hemen söylemeliyim ki ben, poetikhars'ın bir yoldaşı olarak, bu sitedeki pratiği ve verimi destekliyorum. Çünkü poetikhars "yeni"dir, yanılsama içinde boğulduğu ve düzenlendiği kadar bir parça hakikatli olma olasılığına da geçmişimize oranla çok daha fazla yakın olan bizim kuşağımızın güçlü önermelerinden biridir. Ağabeylerinin ve babalarının yaltakçısı, en az onlar kadar zamandışı ve hakikatsiz, en az onlar kadar estet ve tekrar olan "e-leşleştirici"lere karşı ben poetikhars'ın yanındayım. Bu dilin belki bir yüzyıl içinde öleceğinden habersiz, bu kadar ahmak ve aymaz, dinletilerine ve imza günlerine devam etsinler onlar; zaman onları şimdiden süpürüp atmıştır. Ayrıca onları yapıtımızla diğer taraftan süpürüp atması gereken de biziz.
Bize, kendimize baktığımda ise üzerine Berlin Duvarı yıkılmış, darbeyle hadım, sessiz, pornografik, ürkek, kararsız bir kayıp-kuşaktan başka bir şey göremiyorum. Evet, aslan büyüklerimiz şu zavallı ve müflis aygıta talip olarak ayaklanmış, hapislerde yatmış, sürgünlere yollanmışlardı. Onların ne kadar modern, ne kadar hakikatli olabildiklerini hiç sorgulamadık bile; onların büyük trajedisi bizim televizyon ve bilgisayar karşısında tembelce vakit öldürmemizin utancıyla birleşti ve tümden suspus olduk. Bizim söyleyecek neyimiz vardı ki? Oysa o televizyon, o ciklet, o bilgisayar, o cep telefonu geleneği ve toplumu parçalarken biz de zamanın bu coğrafyaya ilk defa bu kadar eşzamanlı gelişinin bir sonucu olarak en çok parçalanan kuşaktık. Emin ol ki Joyce, Mann, Vian, Baudelaire ... modern bilinç şimdiye değin bu topraklara hiç bizim kuşağa geldiği kadar gelmemiştir. Dünyada mekanın içinin ve içeriğinin tamamen boşaldığı bu kaotik devirde, yeni bir paradigmanın doğum sancılarını çekerken, biz neredeyse tümüyle köksüz ve babasızız. Ece, Oğuz, Necip Fazıl'ın "çile"si, her şeye karşın Pamuk.. ve birkaç ruh daha bize geçmişten, hakikat'ten ışık uzatan - o kadar. Ne sekseni ne doksanı var şiirin; sen-ben-bizim oğlan arasındaki tavla partisinden ibarettir. Dolayısıyla bizim ve 80 sonrası kuşağın vakti gelmiştir; geçmektedir de! Şunu unutmayalım, yoldaşlarımız bazı ölüler, dışardakiler ve içerde parçalananlardan ibarettir ve bu kuşak , Hasan Bülent Kahraman'ları, Zeynep Sayın'ları, Orhan Koçak'ları ve daha birçoklarını olduğu kadar edebiyat öğretmenlerini, ilerici Selim'leri, 80 sonrası bilmem kaçıncı el Beat kuşağını ve şehvet düşkünü abileri sırtından indirmesini bilmelidir. Tanıdığım Serkan Işın da kuşağımızdan bu hesaplaşmalara girişmiş ve düşündüklerini dürüstçe dile getirmiş az sayıdaki beyinden biridir.
Görsel şiire ilişkin aramızdaki,önemsediğim tartışma, çok "içerden" bir diyaloğa aittir; bu yüzden de tüm önemine karşın yukarda bahsettiğim meselenin yanında ikincil kalır. Ben bu konuyu seninle içerdeki söyleyecek sözü olmayanların tartıştığı gibi tartışmadım; anlaşılan o ki daha çok konuşup yazışmamız gerekiyor. Buraya belki sadece birkaç şeyi sığdırabilirim: Biz Zinhar'ın ilk sayısıyla beraber yola çıkarken "görsel şiir" başlığına özellikli bir yoğunlaşma ve odaklanmamız yoktu. Bizi yakınlaştıran şey de çok daha genel ve esas olarak, modernizmdi. Elbetteki denediğim ve dosyalarıma aldığım birkaç işin dışında Görsel şiir, senin de çok iyi bildiğin gibi, hiçbir zaman benim yolumun adı olmadı; bir yandan hesabını verebileceğim nedenlerden, diğer yandan da kişisel yatkınlığım ve inancımdan ötürü ben yıllardır bir ses(sizlik) ve anlam(sızlık) bütünü olarak dil içinde boğuluşmayı sürdürüyorum. Aradan geçen onca zamana karşın henüz aşılmadıklarına inandığım kimi ustalarımın (Joyce, Woolf, Faulkner, Sevim Burak, Ece Ayhan, Oğuz Atay, ..) hakikat ve verimlilik babında da henüz aşınmadığına inandığım dar patikalarından ilerlemeye çalışıyorum. Evet, dijital ortamın ve kodlamanın olanaklarını bütün dünya ile birlikte araştırmaya çalıştığım, "dışarda" da desteklenip merak uyandıran "dijital" işlerim var; muhtemelen bunları sürdüreceğim, ama bu alanda henüz beni ikna ve tatmin eden bir iş çıkardığımı söyleyemem. Burada genelde henüz rüştünü sanatsal anlamda ispatlayamamış bir alanla karşı karşıyayız. O yüzden derim ki ben dijital şair değilim, hatta Ece'nin kendisi için söylediği gibi, şair de değilim. Yapıtlarım şimdilik "Tempo Denyot" ve "Yanıklar, Ekimozlar, Kesikler"den ibarettir ki bunların kendi dillerinde gördükleri ilgisizlik, daha doğrusu görülmemeleri, tam da beklediğim üzere ve iyi ki, bana bir "şair" olmadığımı kanıtlamaktadır. Şair addedilmemek, yalnız kalmak bir taraftan da harikulade bir şey; sessiz, sakin işini yapmaya devam edebiliyorsun, istediğini yazıp çizebiliyorsun, nasılsa kaybetmekten kaygı duyacağın bir şöhretin yok vb.
Politik şiir... demişsin, ben böyle bir şeyden bahsetmedim, esasen bilinçdışının ve simgesel boşluğun varlığını hissetmediğim herhangi bir şeyi sanat diye adlandırmaktan da imtina ederim - salt yapısökümü kurtarmaz. Dolayısıyla ben politik sanattan değil, politize olmuş, daha doğrusu bugünkü kaostan bir anlama, simgesel bir form tutamağına doğru bir adım atabilmiş "insan"a bugün duyduğumuz ihtiyaçtan bahsetmiştim. Sonuçta insanın hakikatine dair olanı alımlayacak olan, yine bir insan hakikatliliğinden başka bir şey değil. Böyle zamanlarda biliriz ki ortaya pek bir şey çıkmaz, çıksa da görülmez, ses getirmez vb. Oysa dünya öyle fırtınalı zamanlar yaşamıştır ki o dönemlerde vasatı bile alanımızda var edebilmiştir. 1905 yazısında dönemsel momentin önemini anlatmak istemiştim; bugün ne yazık ki teknolojinin "az sonra!"sından başka bir heyecan görünmüyor, bu alan dışında her yerde entropi düşük.
Kuspit'ten "Sanatın Sonu"nu okudun mu? Bu kitap görsel şiire ilişkin kaygılarımı başka bir bağlamda da olsa paylaşıyor ve dile getiriyor diye düşünüyorum.
Sevgiler..
Özcan.
Ne zamandır böylesine
Puanlar: 6
‘yukarı’ dedin
Ne zamandır böylesine sıkı bir düşünce devinimi ve cazı görmemiştim buralarda... Bilirim ki buralarda (ve artık birçok yerde) pek sevilmem. Ama işbu tartışmalar üzerine söylemek/fısıldamak istediğim çok önemli bir şey var:
"Sıfır sayısı çarpanlarına ayrılamaz. Boşluk, boşluğun söylemleri, boşluğun dili, boşluğun yutuculuğu, aralarında birkaç sene bulunan iki davul vuruşu ve bu zaman aralığında oluşan kimya (akkor bir kimya hem de) önemlidir/önemseniyordur artık..."
Bunu her yerde ve her alanda görüyorum. Görsel Şiir'in(bence görsel işlerin) ya da "imkânsızın dili"nin (bence Ece Ayhan doruğunun) avantajı, büyüklüğü, yukarıdaki kimya üzerine apansız ve rastlantısal bir yuvalanmadan kaynaklanıyor. Nasıl bir şey bu peki?
-Parçaların, iki nota ya da vuruş arasındaki "sus"ların, anlam kaymalarının bütünlükten önemli olduğu bir kimya... -Bütünlüğü sadece ve sadece boşlukta bulan bir kimya... -Bir şeylerin altını çizen değil de üzerini çizen bir kimya...
Zafer Yalçınpınar
Zinhar'a başlarken elimde
Puanlar: 1
‘yukarı’ dedin
Zinhar'a başlarken elimde ne vardı diye bana sorsan Özcan, herhalde ancak matbaa matbaa dolaşılarak, yarımyamalak QuarkExpress öğrenilerek geçirilmiş bir üniversite hayatı -kısmen mahvolmuş, çıkartılmış bir dergi, bunun yanında derginin içeriğinden aklımda kalan türlü kavram şu bu. Bunların içinde çeşitli dergilerle, şiir adına iş güç üreten dergilerle yapılan bir takım 'gönülden' ilişkiler, yayınlanmış iki kitap filan vardı.
Bütün bu yumak, ne bir yayıncı profili, ne bir şair profili, ne de aidiyet duygusunu pekiştirecek başka türlü birşeylerle desteklendi. Ben, kendimce bir yol, bir mecra arıyordum zaten. Yani motivasyon vardı, onun dışında da etrafa dağılmış muazzam bir enerji.
O enerjinin dönüşümünü sağlamak, tüketmek anlamına da geliyor. Ben 'görsel şiir'de karar kılmış değilim, zaten görüldüğü üzere görsel şiir kendisinde kararları eriten bir yapıya sahip. Ama köklerine bakılabildiğinde, senin önüne, gerçekten başka türlü bir teorik zemin açıyor. Bu teorik zemin, şeyleri ve bu Şeyleri bir arada tutan 'anlam' sığalarını da değiştirip duruyor. O zaman hem dili, hem dili oluşturan öğeleri, hem de şiir diye sana etraf tarafından öğretilen şeyi başka türlü görmeye başlıyorsun.
Burada, 90'lardan 2000'lere gelirken yaşanan şeyler, helezonik bir etki yaratıyor şairin üzerinde. O etki -senle de konuştuk- 6 ay beklenen kitaplarla, ikinci el çevirilerle filan öğrenilen birşey değil. Tam karşında duran, eti ile kemiği ile senin 'insan' bildiğin şeyi değiştiren birşey. Ben Derrida, Haydeger bok püsür çevirilmesinin çok önemli olduğunu düşünsem de, kent yaşantısının toptan değişmesinin, eskisini 'muhafaza' edemeyecek derecede kırılgan ve geçişken hale gelmesinin 'süper-politik' bir ortam yarattığını düşünüyorum. Burada konuşulan, senin-politik-şiirindir. Yani sen tek başına artık, bir orkestrasyonun, bir kompozisyonun içindesin, Alan (field) sensin ve o alanın yarattığı biricik enerji de işte tüm bu etkilerle sen olacaksın.
İşin kavramsal tarafı daha bir acayip. Bir kere sözlü kültür şiirinin yazıda ikamesinden ortaya çıkan şey, son noktada nedir? Dildeki skandal beklentisinden başka bir halt değil ortaya çıkan en mükemmel şey. Mükemmel an, dilde olmayan bir hareketi dize marifeti ile dile yaptırmakta yatıyor. Bu mükemmel anların peşinde dolaşırken kişi bilişsel/iletişimsel türlü numaralar yapsa da, dilin dışına doğru taşma olasılığı arttıkça, iletişimin gürültüye gitme olasılığı da artmıyor mu?
80 kuşağı vs. demekten bıkmayacağız herhalde ama bu kuşak 'iletişimden' medet uman son kuşak olarak tarihe geçecektir. Neyle iletişim dersen, elbette insanla falan değil, edebiyat tarihi ile. Edebiyat tarihinin gerçekliği ile örneğin. Birbirleri ile olan iletişimleri de böyledir, herşey birbaşka şeye, bir başka ana, müşfik bir ana doğru genişleyerek anlam bulur. O müşfik an, hadi açıkca ifade edelim, 'aşk'tır. Çok dağıtarak yazıyorum ama, dil ancak aşkın nesnesi olarak 'tam da divan şairinin yaptığı gibi' şairi özneleştirir. Aklın yerini şikayet alır aşkta Ahmet Hamdi'nin dediği gibi. Aşk, meşk dili olarak şiiri anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Ben inatla asgari ücretle geçinirken maaşının birkaç katı borç yaparak cep telefonu alan herifi merak ediyorum. Bu adamdaki hal, duruş, tavır, işte bu adamın eline tarayıcıyı, bilgisayarı, dili, baştan aşağı başka birşey olarak koyabilmeyi düşünüyorum. Bilinçakışını'nın akışını düzenleyen başka türlü bir bilinçbiçimi olarak şiiri, olabildiğince olduğu herşeyden uzaklaştırıp, kurgulamak istiyorum.
Politikliğe geri dönersek, aşıkların dili, siyasanin dili kadar politiktir. Ama bir şartla; aşıklar aşktan önce belirlenmiş bir dille birbirlerini tanıyorlarsa, yani tahakkümler seni şu veya bu kişiye aşık olmaya, içgüdülerinden önce ittirmeye başlıyorsa işte orada artık politikadan bahsetmek mümkün değildir. Ben dilin politikliğini, tıpkı şiirde olduğu gibi kendisini aşan ahlak normu -tek norm belki de- olarak "biçiminlerin" kırılmasında görüyorum. O yüzden de tarayıcının/fotokopi makinasının üzerine konmuş herşeyin, itirazsız şiir olduğunu iddia ediyorum. Birincisi benim adlandıramadığım bir bilinçdışının tezahürü olması ile birlikte, o bilinçdışını da 'adlandırılmaya başlandığı ilk t" saniyesinde yarıp geçecek ve ancak 'susma' anında kendisini duyuracaktır (hataya o yüzden bu kadar fazla önem atfediyorum). Bunlar hem mikroskobik, hem de mikrobik şeyler. Biz ve bizden önceki kuşak, hatta bütün o kuşaklar, Yüce'nin el yazısını göremeden yaşadık, yaşıyoruz. Ben el yazımı değil, kolumu, kolumun iş yapma yeteneğini tüm küstahlığı ile şiire sokmak istiyorum.
İkinci bir konu, kahraman konusudur. Lirik persona falan gibi saçma sapan ikamelerle işim olabileceğini sanmıyorum, aklı başında hiç kimsenin olamaz da. Bizde devasa bir kahraman sorunu var, öyle ki, kahramanın herşeyi dil envanteri içinde belli, fakat konumu ya da hızı bir türlü belirli olamıyor. Bizim kahramanımız yok, biz kahraman üretemiyoruz. Kahraman üretemeyen dilin bir tarihi, ya da tarihinin çeşitli türevleri olabilir mi? Tarih kahramanın uzviyetidir ve kahraman tarihin tini biraz. Özetle mikro ölçekte kahraman, bana göre modernin simge/imge/sembol üretiminine katılan, adlandıran, yeniden-adlandırandır. En keskin ben söyleminin heykelini dikeceğimiz bir anlatı, bir yaşambiçimi olmadığı sürece, tüm statların adı, tüm kentlerin ortası, yani merkezin merkezi hep aynı yönü gösterir, ok farklı doğrultuda olsa da. Kahraman-olamayanın türküsü de artık kafa ütülüyor.
------------- ~ -------------------- Hubble'ın Mercekleri