Türk Şiir gündeminin henüz görsel şiirle işi bitmiş değil. Görünen o ki, ya beyler/bayanlar hemen sıkılıveriyorlar ya da yaz rehavetine kapılmışlığın şair için olanı çok daha pis bir unutmanın eşiğine getiriyor karşımızdakileri. Modanın değil, modaların ışığı altında ezilip, bükülen edebiyatımızın son yıllarda ciddiye alabileceği tek teklifi de böyle geri çevirmesi, elbette hiç de yabancısı olduğumuz birşey değil. Ama konumuz henüz kapanmış değil. İşte bunu öğreneceğiz bugün..
Fluxus'u es geçtiniz beyler/baylar, ondan çok daha önce de galiba Dada civarında biraz kafanız karışmıştı. Belki Zaum, Fütürizm, Rus Biçimciliği, Klee, birkaç küçük burjuvanın daha sonra da sokak sergilerinin vazgeçilmezi Dali ya da Marcel Duchamp, avangardizmin süper-starlarını, Foucault bahsetmeze "bize ne?" diyeceğiniz Magritte'i, ucundan bucağından evirip çevirdiğiniz ve neredeyse bok ettiğiniz Beat-Nick şeysini de es geçebiliriz. Sombahar 1980'lerde Somut Şiir sayısı yaptı diyenlerin, karşımıza bula bula Appolinare'in çiziktirmeleri ile çıkması da ayrı bir komedi değil mi? Koca koca adamların, gül resmi çizmek ile "gül" yazmak arasındaki fark konusunda bu kadar bocalaması. Dize kırmayı, yazı alanını, tipografiyi, topolojiyi bir kenara atarak, sanki, ilahi bir çizgili defterin sayfalarını böyle inci inci doldurması.
YÜZEY İLE KAVGA HENÜZ BİTMEDİ
Sayfanın yüzeyi, mürekkep, tipografi, yazı karakteri büyüklüğü ve marjinlerle, majüskülle işimiz henüz bitmiş değil. Bunların dışında, kafanızdan, gönlünüzden (ya da nerenizden şiir yazıyorsanız) orası ile yazı, kitap, sayfa, ekran alanı arasındaki ilişkinin, araya giren bunca makineden sonra, nasıl saf kalabildiğini ve sizi, bizzat sizi, "gösterdiğini" bize anlatabilmeniz gerekiyor. Maruz kaldığımız bunca işaret/kod/simge bombardımanından nasıl ayık ve ayakta çıktığınız bir yana, kitabınız dizilirken, bölünen her satırda, atılan her virgülde ve başlangıcından son kullanıcıya kadar giden o süreçte, kitap çoğalırken, birken çok olurken, ne düşündüğünüzü anlatmanız gerekiyor? Kağıdın yüzüne doğru kapkara tipografi ile fırlayan şey ne? Ve bunu gerçekten kim yazdı?
Kişisel yayın imkanlarının bu kadar fazlalaştığı, herkesin kendi yayıncısı olabileceğini düşüneceğimiz kadar geniş imkanlara sahip olduğumuz zamanımızda, neden o nefret edip, küfür ettiğiniz aydınlanmanın makinalarına kurban ettiğinizi söylemediğiniz şiirlerinizi? Sözün, o yumuşak, ıslak güzelliğinin korunması için hapsettiğiniz mürekkep, geçen yüzyılın en kanlı marifetlerini de beraberinde getirmiyor mu? Sesiniz madem metaforik bir anlamın ötesinde, ahengin tek taşıyıcısı olarak görünüyor, neden Devletin size öğrettiği dille ve kelimelerle ve harflerle yazmayı tercih ediyorsunuz? Bu apaçık bir iletişim biçimi ve seçimi ise, neden iletişimin en uç noktalarında, arkaik ve nostaljik kelimelerinizin şöyle bir an için bile endam etmediği fikri sizi yormuyor?
Ortalama 20 satır ve 400 kelimeden oluşan şiirlerin, bir standartı, bir ortaklaşmayı simgelediğini ve belgelediğini, şiir kitabının görüntü açısından, okunmadan fark edilecek kadar tipik bir hal aldığını, kişiselleştirmeye, kapağından yazı karakterine, boşluklarına, sayfa numaralarına kadar "fabrikasyon" hale geldiğini görmüyor olamazsınız? 29 harf ile üretilebilecek tüm kelimelerin yanında, anlamlı olanları seçmenin de, mevzuyu biraz dar bir alana hapsetmiş olması canınızı sıkmıyor mu?
Kod/simge üretimi çığ gibi devam ederken, o çok şikayet ettiğiniz siyasal alanda, hala üç beş büyük simge ile tartışmamız sizi de rahatsız ediyor olmalı. Peki modern sanatın insana verdiği o "sınırsızca simge üretme yetkisini" acaba, sınırsızca anlam/yorum ve gösterge üretme hakkı olarak düşünebilir miydik? Ortaklaşmış simgelerin tahakkümünden ve onların düşmüş motivasyonlarından, ancak daha fazla bağırdığında ve daha fazla zulüm ettiğinde etkili olan seslerinden?
Görsel şiir ortaklanmış bu kodlardan, bu süprüntülerden azad olma halidir. Bir fazdır bu. Bu faza geçiş, bir ritüelle, gündeliğin içinde yıkanma ile, Baudelaire'den beri değişmeyen o ritüelle gerçekleşmiyorsa, başka nedir? İz, gösterge, im, imge, resim, düpedüz simge derken, maruz kaldığımız o işkence karşısında, bize yapılanı onlara geri verme yetkimiz ve hakkımız yok mu şair olarak? Bir sen biriciksin sonuçta, güneş bile diline düşmüş bu dünyanın.
Bütün bunları göremiyorsan, güneşin diline gölge düşürme bari.
O YÜZEYDE RAHATSIZ BİRŞEYLER VAR
O beyaz yüzede rahatsız eden birşeyler var. Lekeler bunlar, anlam veremediğin, seni okumanın ötesinde bir yerlere doğru fırlatan, öğrendiğin şekilde okumayı es geçmeni isteyen, başı, sonu olmayan, karmakarışık şeyler. Ortaklanmış bir dilin, bir kent yaşantısının, hepimizin şıp diye bilebildiği şeylere de benziyorlar az çok. Fakat bunlar arasında sürekliklik, kopuş, bağlanma, düzenleme, biçim verme, motive etme, simgeleştirme, anlama mevcut değil. Bir heyecan, bir kriz, bir karmaşa, bir başka türlü hal var bunlarda. Bunlar, bir otobüsün üzerine gördüğün lekelere, düpedüz çamur lekelerine de benziyorlar. Bu çamur lekeleri, otobüsün geçip geldiği hiç bir yer hakkında bilgi vermiyor, kahve falı gibi de değiller, okunamıyorlar. Silinecekler ama, yaşanmışlığın bir nişanesi gibi otobüsü makinalaşmaktan kurtarıp, o azgın otomatikliğine biraz daha "kent" katıyorlar. Bunu anladığın için mutlu bir şekilde, koltuğuna oturup dışarıyı seyrediyorsun. Oysa o parçayı alıp, bir müzenin duvarına asabilmen, trilyonlarca kirli otobüs arasında, o parçayı kesip, canlı bir dokuyu ayırır gibi müzenin mermer duvarına çakman, bugün bizim yaşadıklarımızın yarına doğru eksik, eksiltili, hin ama yine de gerçek bir izi olabilirdi.
Tarayıcının üzerine birşeyler koyup tarıyorum çünkü onun mükemmel ve çoğu kez siyah beyaz gözünün, oradaki izin, gözümün fizyolojik algısının, rengi, büyüklükleri ve deseni anlayışının biraz daha yavaş ve eksik bir hali olduğunu düşünüyorum. Bir izi bir yere düşürmek, ne yazık ki çok azını keşfedip bıraktığımız ve daha sonra bize Camera Obscura olarak gelen, fakat Descartes'i de hatırlatan o şekil, hapsederek, ayırarak, diğerlerinden soyutlayarak bakma, elbette gaddarca birşey. Bilim için böyle bir soyutlanma, laboratuvar koşullarında bile iyi sonuçlar vermiyor. Fakat sanatçı için, bu uzak ve dar bakış, bu hapsediş, sanki alışveriş merkezinde, reyonda, orada biryerde dururken, bize göstermediği taraflarını gösterecekmiş gibi de görünüyor. Fotokopi makinası üzerine yatırılan şeylere bakıyoruz çünkü oradaki katranlık, unutuşun, unutmanın esir almasını hatırlatıyor bize. Belleğimizin bir ikizini, nasıl unuttuğumuzu, unutma fiilinin, nasıl da belleğimizin içinde çakılı olduğunu hatırlatıyor.
Harfleri, kelimeleri, şeyleri, onları biçimlendiren renklerden, renklendiren biçimlerden ve onları motive eden cümlenin, sloganın, reklamın, bağlamın içinden çekip alıyorum çünkü burada Kötülüğün izi, belki bir süre daha, bu tuhaf karışımda canlı tutulabilir diye düşünüyorum. Yanyana gelemeyecekler örneğin birşey satın almam, birşey umut etmem ya da bir şey hakkında ihtiyaç duymam için nasıl da yanyana gelebiliyorsa, ben de bu yanyana gelmişleri ayırmayı hedefliyorum önce. Yüzeyde, benim gözlerimin ve dolayısı ile gövdemin esir alındığı yerde, ben de esir aldığımı -sloganlar ve resimler bedavadır- gerisin geri parçalamayı düşünüyorum.
Yorumlar
John Cash'i anarak, biraz da
Puanlar: 13
‘yukarı’ dedin
John Cash'i anarak, biraz da kafamıza göre değiştirerek, diyebiliriz ki, çoğu genç şaire ve şaire, falana, filana:
Now this should be a lesson if you plan to start a folk group Don't go mixin' poetics with the folk songs of our land Just work on harmony and diction Play your banjo well And if you have poetical convictions keep them to yourself
Anladın sen onu.