Hece'nin 141. sayısı "Tehlikeli Alaka: Edebiyat ve Deneysellik" dosyasına ayrılmış. Dosyada yer alan yazıların çoğunluğu "edebiyat ve deneysellik" arasındaki ilişkiye, olumlu yaklaşıyor gibi görünüyor. Her ne kadar bu bir değerlendirme yazısı olmasa da, yine de gözüme çarpan ufak tefek birkaç konuyu ben de hatırlatayım.
Dosyada yer alan yazıların çoğunun olumlu bir bakış sergilemesi ve bunu yaparken, edebiyat ile deneyi birbirinden ayrı değil, birbirine yakın hatta içiçe kavramlar olarak görmeleri sevindirici. Zira, deneyi, edebiyatın uzağında bir yerlerde görenler son zamanlarda eleştirinin, yazının canına okudular. Modernizm öncesi / Modernizm sonrası ve Post-Modernizm gibi dönemlerin, yazılarda çoğu kez görünmesi, bir bilincin doğduğunu da gösterir. Gerçi bu bilinç, modern-olan yüzünden değil, post-modern olandan kaynaklanıyor. Çünkü onun retoriğini kullanıyor, ama eksik kullanıyor.
Örneğin insanlar, Somut Şiiri, OLiPo'yu postmodern sanıyorlar. Oysa bunlar gayet modern girişimlerdir. Sitüasyonizm, lettrizm vb kısmen dada motoru ile çalışan, hala yazara, yazana bakan, bir yönü ile de yazılanla ilişkiye girmeye çalışan girişimlerdir. "Yazılan" burada "okunan" ile aynı şey değildir, olamamaktadır. Yani arada bir fark vardır her zaman. Bu farkı zaten kavramsallaştırmaya çalışan, başta Derrida olmak üzere bir çok kişi/yönelim mevcut. Ama benim değinmek istediğim biraz daha farklı.
Şöyle ki, fizikte, 20. yüzyıl başlarında, çok önemli gelişmeler oldu. Bu gelişmeler, maddî ve madde-ötesi dünyanın da anlaşılması açısından ufuk açıcı sonuçlar doğurdu. Bazı ikilikler ortaya çıktı. Örneğin ışık denen şeyin, bazı durumlarda "parçacık", bazı durumlarda "dalga" olarak hareket ettiği gibi şeyler. Bunlar, elbette çok katı Newtonyen dünyanın, determinstik kalıplarında bazı çatlaklara yol açtı. Bu, ilerleme miydi yoksa gelişme mi? Orası henüz belli değil. Ama, şurası kesin ki, "belirsizlik, görelilik, referans noktası, başlangıç noktası, mekan, zaman" gibi çok kesin olduğu düşünülen şeyler, biraz sallantıya uğradı. Örneğin "ölçtüğümüz için sonucun sürekli değiştiği" fikri var önümüzde. Yani sonuç (outcome) ölçtüğümüz için değişiyor. Örneğin kaos teorisine göre, herhangi bir ülkenin sınırlarını belirleyen o hat, tam olarak ölçülemez vs. Bu ve bunun gibi bilimsel bilgiler, sanatsal bilginin gelişmesine oldukça büyük katkılar sağladı. Fiziki evrenin görünüşü hakkında artık daha fazla şey bilme eğilimindeyiz, Dünya'nın var olması bile Varlıkbilim açısından tuhaf bir önkabul olmaya başladı, şöyle ki, Dünya belki de Varlık'ın kendisi idi. Matematik, onca sağlam köprü inşaatına rağmen, kesinliksizliklerin odağı olmaya başladı. Modern Bilim bir torso kaymasına, bir odak değişikliğine uğramaya başladı.
Bu ara bilgiye ihtiyaç duymamın nedeni, şeylerin "neden öyle olduklarını" sorarken, çektiğimiz sıkıntıların edebiyat eleştirisi açısından bizi oldukça dar bir alana hapsettiğini görmem. Bir kere hiç bir sistem, kendi başına değerlendirilemez. Ayrıca kendi başına, diğer şeylerden, olaylardan uzak tutulan sistemler de, zaten "sonucu değiştirecek bir ölçme yöntemine" sahiptir. Bunun karşısında ise Masif Edebi Türler, Katı Yorumlamalar ve Ara Katmanlara sıkışıp kalmış edebiyat tarihi önümüzde endam etmeye başlıyor.
Hece ile birlikte birçok edebiyat kişisi sonucu değiştirmeye, manipüle etmeye çok açık bir yöntem kullanıyorlar. Tarihe bakmak! Ve tarihe bakarken, örneğin sadece Edebiyat tarihine bakıyorlar, sanki edebiyat tarihi kadiri mutlak bir disiplinmiş gibi. Oysa, şunu düşünebiliriz, baktığımız anda bile sonucu değiştirecek durumdayız. Kaldı ki baktığımız yer/konum, bakarkenki hızımız ve bakmaya eğimli kılan meraklarımız da bizi belki de "istediğimiz bir sonuca" doğru götürecek. Ayrıca edebiyatta ileri/geri hareketler, işte böyle anlarda, daha da can yakıcı hale geliyor, yazarın dikkatsizliği yüzünden. Çünkü daha hiç daktilo görmemiş bir Blake ile, daktilodan başka hiç bir şey kullanmamış şairler arasındaki farkı anlayamaz hale geliyoruz. Yani sanki edebiyatçılar, şairler, bazı temel önşartlar ile önümüze geliyor ve bunların tarihsel olarak yaşadıkları zamanın sağladığı gündelik ile ilişkileri hep aynı yerden başlıyor ve bitiyor.
Oysa, gündeliği belirleyen şey, edebiyatçının kendisi filan değil. Bambaşka, çok daha devasa bir yumaktan bahsediyoruz. Edebiyatçılar bizlere kendilerini, gayet otantik insanlar olarak gösterme eğilimindedirler -belki de çoğu öyledir. Ama bu "sonucu" değiştirecek bir ölçme hatasını da baştan kabul etmek demek değil midir? Bugünün imkanları, imkansızlıkları ile geçmişi değerlendirmeye çalışırken, sanki edebiyatın tarihi aurası, yüzleri, merakları, bilinçleri, aletlerl ve mekanları silip süpürüyor.
Hepimiz edebiyatçının, edebiyat tarikatının bir üyesi olduğunu düşünüyoruz. Şairler genelde teknoloji ile kurdukları ilişkinin, bilim ile yakınlıklarının ve herşeyi, lirik/epik bir mercekten bakmaya yönelten insanî şartların tek düzeleştirici etkilerinden müzdariptirler. Sanki onlara uyan eleştirmen de, bir çöpçü balığı gibi, kumların arasında eşeleye eşeleye birşeyler çıkarmaya uğraşır. Örneğin eleştirmenlerimiz, ellerinde o kadar imkan varken, neden daha zengin bilgilerle dolu değilirler? Neden sosyolojinin, elektroniğin, felsefenin ve gündeliğin tarihini biraz daha sıkı araştırmazlar? Bu fazladan bilgiler, onlara, şairden bir adım öteye ve bir adım geriye gitmeye sağlamaz mı?
Hece'de -diğerlerinden elbette daha çok daha ileride bir algı- mevcut. Yazılan yazıların hepsi, dosyanın nesnesi ile ilişkiyi girmiş, en azından görsel şiir örnekleri, somut şiir örnekleri ve bunlarla ilgili tarih biliniyor. Ama bu, yeterli değil. Benim için de yeterli değil, çünkü ben Hece'den ve diğer dergilerin bu konulardaki eleştirilerinden, dosyalarından çok az şey öğrendim. Önümü, ufkumu açabilecek tek şey, "iyi niyet" oldu, önümü kapatmaya çalışan şeyin de "kötü niyet" olması gibi.
Yorumlar
al benden de o kadar.. sanki
Puanlar: 15
‘yukarı’ dedin
al benden de o kadar.. sanki bizim ikibinli yılların başında yaşadığımız şaşkınlığı ve merakı onlar şimdilerde deneyimliyorlar, hece'den bahsediyorum.. aslında, bizim bu eşiği ve köşeyi dönüşümüz gerçekten çok keskin oldu..hece bunu anlamlandırmaya çalışıyor, doğallamaya çalışıyor! aslına bakarsan her edebiyat ve sanat çevresinde böyle ortalığı düzeltmeye çalışan çevreler olmuştur, ben bunu normal karşılıyorum.. ama bu düzenlilik ne kadar böyle kalabilir ki, ben böyle yaramazlıklar peşinde koşarken ya da sen gözüne kestirdiğin bir vazoya dik dik bakarken.. bu iş bir hız meselesidir, şair o hızın içindedir, şair-sanatçı.. bizler çağın hızına dahiliz, bu hızdan çıkan hızla devridaim'in dışına fırlar; ben bunu da görebiliyorum mesela... devridaim'in içinde kalmak isteyen ise o hıza teslim olmuştur; ama koşulara değil.. o koşulların eleştirisini bir hız ve akışkanlık içinde bile olsa yapar..
hece dergisi bu işi ortalama okur'un hizmetine sunmaya çalışıyor.. bunu sanatçı yapamaz.. hayriye ünal'ı ben bu anlamda takdir ediyorum.. faydalı bir şeyler yapmaya çalışıyor... ama ben öyle bir hızın içindeyim ki fayda nedir diye düşünecek mecalim yok!.. beynime bunu kabul ettiremiyorum..
elbette pop ya da kiç olan nasıl bu evrelere ulaşacak, bu yollardan geçecek, bizim sunduğumuz aşırılıkların en haşarı olanları değil de en uyumlu olanları fark edilecek, sunulacak.. bu da hayatın bir gereği.. hayatın dualitesinin ya da çoğalitesinin içinde..
yine de hayrye ünal'ın karıştırıcılığının ona faydası oldu, onun şiirinde görebiliyorum bunu ben.. bize yaklaşanlar olacak, olduğu anda kendi adıma konuşursam ben yine gözden kaybolacağım şiirimle tam gaz.. yaklaşanlar derken meraklı okuru kast ediyorum..
hece bir kaç yıldır kimsenin yapmadığını yapıyor ve anlamaya çalışıyor. öyle bakalım hadiseye.. kimsenin denemediğini deniyor! bazen eleştiriyor, ama eleştiri de bazen çaresizlik değil mi? öyle tabii ki.. güzel bir tarih oluşturuyor, dokümanlar dokuyor! yoksa ali k. metin'e ya da zehra temur'a hak vermem mümkün değil çoğunlukla! ama hayriye bu işi tek başına yapamazdı, bu bir ekip işi! ve bu ekibe tavsiyem görünene değil gösterene bakın.. gösteren bana göre hız, ona bakarlarsa hızın gösterdiklerini daha iyi anlayacaklardır.. hızın bir yaşantısı var, biz biraz da o hızın girdiği hallerin içinde yaşıyoruz, onu görün diyorum ben.. ama gördüğünüz anda ben başka bir an içinde olacağım.. buluşma teklif ettiğim an ben muhtemelen başka bir buluşma çağrısında olacağım.. ne yapalım hız tutkunuyum ben!
Çoğu yazıda bir zemin tespiti
Puanlar: 40
‘yukarı’ dedin
Çoğu yazıda bir zemin tespiti yapılıyor. Sırf Hece'de değil, her dergide. Örneğin şiir şudur, şiir budur gibi. Bunlar akla ziyan tutunma hareketleri. Zemin olmadan kendini boşlukta hissediyor bizim edebiyatçılarımız kendilerini!
Kök arayışı hastalıklı bir şey. Tamgalarla ilgili yazdı örneğin Ayşegül Tözeren, Katue ile ilgili, daha bir çok kaynak ile ilgili. Biz, burada birçok değerli çeviri yayınladık, ama yine de bir köken araştırması hastalıklı geliyor bana. Çünkü oradan birşey çıksa da, bu tali olabilir ancak. Özetinde bugün/şimdi ve burada olan ve olmaya devam edenlerle bir şekilde zaten kesişir İş, kesişecektir. Çünkü iş'in çağrısı daha buyurgandır, diyelim.
Divan Şiiri içinde belki birçok oyun olabilir, fakat Cumhuriyet o şaka ihtimalini ortadan kaldırdı, dili değiştirerek. Zorunlu bir seçimdi yapıldı artık, Osmanlıca, Arapça, Farsça, Türkçe filan bilmeden örneğin Divan'daki deneyi, oyunu anlamamız mümkün değil. Zaten şu görülüyor, kültür, aynı postmodernlerin de işaret ettiği gibi "şaka" ihtimalini barındığı sürece, ilginç hale geliyor, cücüğü tam orada. Eğer dilde şaka yapabiliyorsak, o zaman Kültürü içselleştirmişiz sayılır.
Dilimizin henüz şaka ihtimali yok, oyun ihtimali zor. Anlam, çok sıkı sıkıya örülmüş, örüntülenmiş. Gösterge değil, şeylerin birbirleri arasındaki ilişkileri kırmak için öncelikle onları bozmak gerekiyor, gerekiyor ki ortaya bir "enerji" çıksın. Sonra bu enerjiyi, bambaşka yollarla değerlendirebiliriz.
Görsel şiirle biz, görünür şiiri yazmaya çalışıyoruz. Burada görünürlük, geniş zaman kipinde hem bir sıfat, hem bir isimdir. Hem niteler, hem de ortaya çıkartır, adlandırır.
Ben içimdeki o hayın Türk'ü görüyorum mesela görsel şiir ile uğraşırken, sırf cenk peşinde koşan değil, arasıra bir yerlere birşeyler karalayan Türk'ü. İz bırakan kişiyi. Hat, tezhip sonra gelir zaten. Bende, bizde, bu dilde bu verili olarak var, ama üzerine gidince gavur oluyorsun, o da acayip.
"Zemin tespiti" bazen "zaman
Puanlar: 18
‘yukarı’ dedin
"Zemin tespiti" bazen "zaman tespiti" ile de kesişiyor. Deneysel şiirle ilgili birkaç yıl önce yazılanlarda "o şiir Avrupa'da şu yılda başladı ve şu yılda da bitti." benzeri eğeleştiriler vardı.
Bu, bizdeki bir sistem. Hayatı, olan biteni ve özellikle kendimizden önce başlamış bir şeyi anlamak için ihtiyaç duyduğumuz sıradan bir şey. "Modern Şiir nasıl bir şey, bir başlangıcı vardır herhalde." diye sorarken bir şey okumuştum. Özdemir İnce Rimbaud'nun yazdığı bir mektubun tarihine atıfla modern şiirin o gün, yani mektubun yazıldığı gün başladığını söyler. Evet, kesin bir tarih verir ve o gün başladı bu der. Açıkçası bunu okumak çok rahatlatıcıdır, çünkü artık kafanızdaki büyük bir sorunu ortadan kaldırmışsınızdır. Ardından: "Modern Şiirin başladığı tarihi biliyorum, öyleyse bittiği tarihi de bilebilirim." dersiniz. Çeşitli akımlardan örneklerle çoğaltılabilir bir rahatlama yöntemidir bu aslında. Böylece değerlendirirken de, o akan şeyin durduğuna ve denetlenebilir olduğuna inanırız. Böyle dururuz ancak, akımın ya da deneyin yolunu da keser, kontrol ederiz.
Hece'yi, yaptığı dosyada "zaman tespiti"ni azalttığı için olumlayabiliriz.
Deneyselliğin "tehlikesiz" olduğu söylenemezdi zaten.
Özdemir İnce'ye göre zaten
Puanlar: 34
‘yukarı’ dedin
Özdemir İnce'ye göre zaten Zaman'ın kendisi bir Fransız icadı, tarihin de öyle. Kaldı ki edebiyat ve onun öyküsü olan edebiyat tarihi de öyledirler mutlaka.
Türkiye'de aydın/şair sorumsuzdur. Yani yaptığı işi ne denetime açar, ne de hesap verir. Bu, belki de bürokrasimizin edebiyatımızla iki kardeş olmasını da açıklar, orasını bilemiyorum. Ama Modernlerin tarihinin, "şurada" başlaması ya da başlandığının iddia edilmesi de tahakkümlerin en büyüğüdür herhalde.
Batı akademisi, zengin sınıfın kendisini aptal yerine koyup iki dünya savaş çıkarmasından sonra akıllandı biraz. "Sosyalizm"den vazgeçti örneğin ama Marksizmi, bir okuma biçimi olarak geliştirdi, değiştirdi kabaca. Bizde böyle şeylere alternatif tarih okuması filan deniyor, oysa Tarih'in güzelliği tamamıyla alternatiflerle dolu olmasından kaynaklanıyor.
Yaptığımız şeylerin -her şey gibi- geçmişte de bazı izleri vardır, buna ammena. Ama Batı kadiri mutlak olmadığı gibi, onun denediği her haltın da, mutlaka bu taraflarda bir kökü de çıkıyor. Çoğu kez yaptıkları da bir halta benzemiyor, o başka.
O yüzden her okuma, başka okuma zaten. Rimbaud şöyledi böyleydi ama Özdemir İnce'nin iddia ettiği gibi "2000 yıllık şiir sanatını bir şey" yapmış değil. 1990'ların başında o herzeleri ben de okudum, ama şimdi inanmıyorum İnce'nin anlattığı tarihe.
Bu arada eski yunan'da
Puanlar: 30
‘yukarı’ dedin
Bu arada eski yunan'da sahteciliğe karşı geliştirilmiş birkaç çeşit yöntem varmış. Bunlara göre, ölçüp biçtikten sonra sahih metinler için gnesioi (meşru) ifadesini kullanırlarmış, sahte metinler için de nothoi (piç) ifadesini. Açıkcası, bugüne kadar görsel şiir ve dolaylı olarak benim/bizim yaptığımız şeylerle ilgili yapılan eleştiri metinlerini de böyle ayırmak gerek mi, düşünüyorum da.
Hece dosyasında bahsedilen
Puanlar: 22
‘yukarı’ dedin
Hece dosyasında bahsedilen Anagram imkanı için ararken nette şu sayfayı buldum, gayet düzgün çalışıyor. Türkçe'de anagram o kadar cılız bir alan değil.