En azından şunu söyleyebiliriz, gazetelerin kitap ekleri de bazen, edebiyat dergilerinden, yani aslî görevleri bu ülkenin edebiyat gündemini izlemek olan yayınlardan, çok daha verimli olabiliyor. En azından bir Pazar Postası yerine geçmese de, gazetelerin kültür-sanat köşeleri, günlük olmanın getirdiği telaşla da olsa, zamanın peşinde koşturuyorlar. Meraklı sorular soruyor, biraz da işin işleyişini bilmediklerinden, olan biteni kavrayabilmek için ortaya birilerinin attığı kavramları önlerine alıp, sorular soruyorlar. İleride birgün, bir edebiyat tarihçisi, bu gazetelere baktığında -ki dergilerin çoğu o sıralarda bulunabilecek mi, pek emin değilim- sorulan soruların "evrenselliği" ile çoğu kez verilen cevapların "yerelliği" arasındaki uçurumu görecek ve hayrete düşecektir. Edebiyatımızın şimdiki temsilcileri gerçekten sorulan soruları ne kadar anlamaktalar ve neye cevap veriyorlar?
İşin o kısmı, fütüristik edebiyat eleştirmenimiz Glade Runner'a kalsın. Biz, günümüze dönelim. Yenişafak Kitap, geçen sayıda "deneysel edebiyat" ile ilgili bir dosya yapmış, elden geldiğince taraflara söz vermeye çalışmıştı. Gazete ekine taşınan da, zaten son iki-üç yıldır olan bitenin özeti gibiydi. Bir tarafta taşra sızlanması diyebileceğimiz bir sürü gereksiz laf, öte yanda sahiden kafa ütüleyen bilgiçlik vardı. Yenişafak kitap bu ay da, "ikircikli" konulardan birine el atmaya çalışmış. (YeniŞafak Kitap editörleri, öyle görünüyor ki, edebiyatın bugünü ile ilgili bilgi sahibidir ve bunu da insanlara duyurmak istemektedir -ki bu da hayra alamettir. Hayra alamet olmayan şey, yazıda kullanın görsel şiirin altına ne adımı ne de yılını ne de bunun bir görsel şiir olduğunu belirten hiçbirşey yazmamış olmalarıdır. Kendilerine hatırlatmada bulundum ama ne yazık ki sonuç alamadık, bekliyoruz., sonuç alınmıştır.!)
O hikayedeki "yeteneksiz" kim?
Şurası açık ki -açık mı gerçekten?, burada biz birkaç kişi olarak uğraştığımız türde şiiri ve bununla ilgili teorik birikimi ülke gündemine sokmak için oldukça fazla çaba harcadık, harcıyoruz, harcayacağız çünkü bu ülke edebiyatının zenginleşmesi konusunda çeşitli iddialarımız var. Sırf zenginleşmesi de değil bu, bu kuşak olarak belki de yapabileceklerimizin, uzviyetimizin, mevcudiyetimizin, bu dünyada bulunma hallerimizin birer uzantısı bunlar. Dünyayı böyle algılamakla ilgili biraz, bu dünyada bulunuşunu nasıl ve ne kadar açıklayabilmek istediğinle ilgili. Bizden önceki kuşakların karın ağrısı konuları vardı, örneğin Doğu-Batı gibi, sağ-sol gibi. Bizim başımıza musallat olan da bunların daha fiyakalı halleri: modernizm/postmodernizm ve bunun Türk Şiiri'ne etkisi. (A mic check yo is this mic on)
Biz burada eşşek başı mıyız?
Sen örneğin, bir barkod tabancası, fotoselli kapı ya da bir e-güvenlik yazılımın kodunu gördüğünde şiir falan düşünmüyorsun. Ama ben yerimde duramıyorum bunlarla karşılaştığımda. Akıp giden kodlar arasında, kentin içinde bir yerlerde bunlarla her dakika muhattap olmaktan aşırı memnun muyum sanıyorsun? Çok mu kolay zannediyorsun, hem hayatını bilgisayar ekranının başında saatlerce, günlerce geçirerek kazanmayı, hem de bunlarla ilgili şiirsel bir öngörüde bulunmayı? Ve işin en acı kısmı, şiirin o "departmanına" inandığım günler. Beni, seni, onu bir çip ya da bir plazma karşısında "hayrete" düşürtmeyi başaran ve sırf bunun için hepimizin Candide'liklerine doğru taarruza geçen şu "modern kent"ten bahsediyorum. Korteksin sonuna kadar imge, simge, kod, bok, püsür ile dolmasından bahsediyorum yani. Sırf sen değil, onun da dolmasından. Sanat tarihinin o tülsü güzelliğinin akıp gittiği bilmem ne reklamı karşısında duyarsız kalmayı seçememekten bahsediyorum. Örneğin bugün yaptığım gibi, İstanbul'u işte bir kez de tam gördüğüm gibi anlatabilmekten bahsediyorum, anlayacağın. Ne gözlerimi kapatabildim, ne de herhangi bir güzelliğini gördüm, bu kaltak kentin. Ve karşına çıkan da, işte ancak ve ancak böyle anlatılabilebilir bana göre. Tipografi mi, hurufat mı dersin yoksa gerçekten kortekse kazınmış bir topografyanın bir anda yıldırım gibi, sanki bir savaşın ortasına dalmışsın gibi kağıdın ya da ekranın üzerine düşmesi mi? İşte ben buna şiir diyorum!
Candide'lere dokunmayalım mı?
"I conceive there can be no effect without a cause; everything is necessarily concatenated and arranged for the best. It was necessary that I should be banished from the presence of Miss Cunegund; that I should afterwards run the gauntlet; and it is necessary I should beg my bread, till I am able to get it: all this could not have been otherwise.”
Herşey olması gerektiği gibi mi ya da şöyle sormalıyım belki, herşey gerçekten olabileceklerinin en "iyi" seviyesinde olması gerektiği gibi mi? Bir şairin 21. yüzyılın domurmuş, semirmiş Zaman/mekan ikiliğinden kaçabilmesi için işte, bir Candide olması gerekmektedir. "Bunlar, başka türlü gelişemezdi" dediğimiz andan itibaren, kimin tarafına geçmiş oluyoruz?
"Papanın, deccal olduğunu biliyor musun Candide?" dendiğinde cevabı "böyle birşey duymadım, efendim, ama öyle olsa da olmasa da birşeyler yemek istiyorum." olmaktadır taze safımızın.
Yazı ile söz arasındaki ilişki, açıklığa kavuşturulmuş bir ilişki midir? Öyleyse, burada görselliği, grafiği bir araç olarak görmekteki rahatlığımız, neden modern zamanlar için çok mümkünken, modern öncesi zaman için biraz sallantıdadır? Yani demek istediğim, Cumhuriyet öncesi ve sonrası sadece alfabe değişimi ile açıklanabiliyorsa, kestirmeden, geride bıraktığımız, kestirip attığımız herşey, gerçekten işe yaramaz mıydı? Latin alfabesi ile hurufilik yapılabilir miydi? Örneğin bizim alfabemizde, üzerine çok fazla enerji yükleyebileceğimiz harfler mevcut mu, yanyana geldiklerinde ortaya çıkardıkları "kelime" dışında, harfleri biz ne için kullanıyoruz? Candide'lerin cevabı hazır: "herşey olması gerektiği gibi."
Yani, biz modernleşirken, gerçekten hiç yanlış yorumlamadık, mümkün olan en iyi çevrimi yaptık, bunu mu demek istiyorsunuz? Biz neden apartmanda oturuyoruz? Apartman, örnek aldığımız ülkelerde artık muteber bir şey midir? Modern edebiyatımızın kurucuları diyebileceğimiz şairler, edebiyatçılar bize miras olarak ne bırakmışlardır? Sahiden biz nasıl modernleştik? Bugün bahsettiğimiz gül, ergüvan, lale, gölge, yalnızlık vs bundan 80 yıl önce, tam da modernleştiğimiz sırada ortaya çıksa, halimiz nice olurdu? Hepimizin üzerine anlaştığı bir modernizm anlatısı var mı? Yahya Kemal? Namık Kemal? Mehmet Akif? Enderunlu Vasıf? Şeyh Galip? Yunus Emre? Mehmed Emin Yurdakul? Diyelim kurucu babalarımız sayabileceğimiz çeşitli şairlerden bir sepet yapıp, portföyümüze koyduk, onları eledik, dokuduk, bir şiir çıkardık ortaya. Ama samimi olalım, ne işe yaramaktadır bu şiir?
Modern şiiri böyle mi savunuyorsunuz?
Modern Batı şiirinin, edebiyatının tam bir cümbüş olduğunu kabul etmeli önce. Her sesten, her fikirden, cinsten adam var. Ne tek bir ses var üzerine gittiğinde dağlarda taşlarda yankılanan, ne de tek bir biçim herşeyin şeklini alabilen. Sorunlar ve sorular çeşitli. Çeşitli olduğu kadar da çetrefilli, kâh felsefenin ucunda sallanmış, kâh dinin, kâh en sıkı Hristiyan ahlakının, kâh düpedüz deliliğin. Yok bir Necatigil Batı şiirinde, bulamıyorsunuz uzun zamandır. Buraya getirilip, İstanbul'da dolandırılan şairler arasında -o festival güzelleri- gerçekten Batılı olan kaç şair var, ben merak ediyorum. Bizim, Batı diye aldığımız şeyin, işte en keskin yerinde Aydınlanma Projesi olduğunu üzerine basa basa söylemek gerek. Çünkü ancak böyle olduğununda o keskin ayrımların dibine doğru dalışa geçebilir kişi. O zaman işte Enderunlu Vasıf'ı bir türlü anlamak istemeyen Namık Kemal'lere, Muallim Naci'lere bir cevap verilebilir. Biz Batı'dan kendi geçmişimizi, geleneğimizi şimdiki zamanda okuyabilmek için faydalanabildik mi? 4-5 cilt çok satan kitap arasında, öğrenebildik mi acaba #039;in Rasathanesi”." class="freelink freelink-search freelink-internal" rel="nofollow">Takiyuddin'in Rasathanesi'nin başına gelenleri? Tarih acı, acı olduğu kadar da gerçek, gerçek olduğu kadar da tekerrürden ibaret olduğunu. Alexander Hartdegen vitesi 87201 tarihine kırdığında kafasından geçenlerle yüzleşebileceği daha uzak bir zaman bulamamıştı, ne yazık ki. H.G.Wells'in dehası, Alexander Hartdegen'in hiç bir zaman kaçamayacağı geçmişinin o eksik, kırık anının sonuna, Über-Morloc'un ağzından şu soruyu tokat gibi çarpar, gördüğü o karanlık topluluğun haline yanarken kahramanımız: "Who are you to question eight hundred thousand years... of evolution?"
Kim oluyorsun da, sekizyüz bin yıllık evrimin sonucunu sorguluyorsun?
Talihsiz bir kaza sonucu kaybettiği sevgilisinin ardından, Zaman Makinesi'ni icad eden biri var karşımızda. Geçmişi değiştiremediğini anladığı andan itibaren geleceğin en uç noktasına bile gitse, bir aşık değil, ama bildiğimiz İnsanlığın sınırına ermiş bir insanın durumundan bahsediyoruz artık. Batı Modern Şiiri, işte bu insanın en sefil, rezil hali ile önümüze koymaktan vazgeçmez. Biografisi ile, kanı ile teri ile karşımızda pis, rezil biri olduğu kadar, hatalı, ahlaken zayıf, o refah kültürünün içinde neredeyse Doğululaşmış bir "yabancı"nın dili ile konuşur. Sanatçı, o klasik ayrımdan ortaya çıkar, hem şarap fıçısı, hem mermer Apollon! Arada geçen bir yılı bile yaşamadığımızda, gerçek, tokat gibi suratımıza çarpar.
King Kong gelse de dans etsek
Taştan en mükemmel biçimde yontulan insan gövdesi ile şarhoşluğun, anominin, kendini kaybetmişliğin içinde kıvranan o sefil, beden ile ruh, iç ile dış, sahi ile yapma arasındaki bağları örer de örer. Yetenek, böyle açığa çıkar, çıkartılır, kendisini gösterir. En açıktayken, en kapalıdakinin bilgisinin arkeolojisi. Şiirin malzemesinin ne olduğunu sormak, ilk sayıda yaptığımız şey buydu, bu soru, gidip de şiirin sadece bir teknik soru olduğunu ima etmek, ondan güç almak, biçimin karmaşıklığını okurun önüne koymak değildi. Bu soru, insanın içine işleyen bir soru idi öncelikle. Nasıl oluyordu da, dizeler ile kelimeler, çeşitli ölçüler arasında müziğin kadîm dostluğunda, artık işe yaramaz hale geliyordu?
Sorunun cevapları muhteliftir, ama hepsi de "şimdi ve burada olmak"la ilgilidir. Şimdi ve burada olmak, bize, en azından şaire, şimdi ve burada olan diğer şeylerle, nesnelerle, kavramlarla, katmanlarla iletişim kurma olanağını verir. Bu iletişim, gerçek bir iletişim midir? Kitabî anlamı ile bu tür bir iletişim biçimi, bir şairin algı cihazları ile birlikte düşünüldüğünde mümkün değildir. King Kong'un gökdelenlere tırmanması, daha önce kendisine "tanıdık" gelen birşeylere benzerliği ile açıklanabilir, ama bugün bizim hayatlarımızdaki "tanıdıklık sıkalası" hiç de yardımcı olamıyor bize gökdelenler karşısında. Birincisi ne o kadar büyük birşeylerle uğraşmışız, ikincisi ne de o kadar büyüğüz.
Cep telefonu gerçek ama
Bugün elimizde tuttuğumuz, hayatımızı kolaylaştırdığını düşündüğümüz o ürünlerin hepsi, geçmişte birer büyülü fikir olarak ortaya atılan "anlatılar"dan oluşmakta. Batı'nın bilim tarihi, bir anlatılar, masallar, olmayacak işler, olağanüstü serüvenler tarihidir, başından sonuna kadar. Öyle de kalacaktır. Bize masal gibi görünebilir ama her ürünün, her teknolojik şeyin arkasında bir hayal, o hayalin önünde bilimsel merak, o merakın gelişmesi için tamamen bambaşka bir koldan geliştirilmiş endüstri, o endüstrinin önünde kurulmuş bir çatı ve o çatının altında da o cılız hayali, kendi amaçları uğruna da olsa gübrüz hale getirip, gözümüze sokan başka şeyler var. Ihab Hassan'ın dediği gibi e=mc2 tahtaya yazıldığında laftan ibarettir, ama Nagazaki gerçektir. e=mc2 yazıya aittir, bilime, teorik olana, hayale. Hiç bir şekilde atom bombası olarak birilerinin kafasına atılacağı fikri ile ortaya çıkmaya da bilirdi. Fakat, metne gerçeklik kazandıran şey, ihtiyaçlar, problemler, inat ve çalışmadır. İyi veya kötü, öyle veya böyle, biz kendi geçmişimizin metin denizinden hangi barajı kurabildik, işte sorulması gereken budur. Ve bu soruyu sorarken, postmodernizm, bizim için suyun debisini eşitler, herkes için eşitler.
Bunu yaparken, örneğin Tarih denen anlatıyı, Batılı bir baskı aracı olmaktan çıkartır, onu kendi özerk bloklarına böler, parçalar. İnsanların diğer insanlar için yerküre üzerinde kurduğu tuhaf hiyeraşik düzenleri pek ciddiye almaz, onlarda komik şeyler bulur çıkartır. Modernizmin en büyük numarası Zaman ve Mekan konusunda, üzerinde uzlaşılabilir bir gerçeklik sağlaması idi, ama bu bize göre Zaman ve bize göre Mekan için çok küçük bütçeler bırakıyordu, postmodern, en azından teoride, o ilişkiye çomak sokar. İlkelin de kendi modern zamanının varlığını, modernlere rağmen bir nifak gibi masaya getirir. Ve, modernin, sömürgeleştirdiği bütün o kara parçalarında sakladığı, gizlediği şeylerin ucunu açar.
Bana göre postmodernizm, cep telefonu ile ölüyü aramaktır. Cep telefonunun her türlü iletişim ihtiyacına cevap verdiğini iddia edenlere karşı, ölü biri ile iletişim kurma cesareti göstermektir. Modernizmin öldürdükleri ile iletişim kurma cesareti.
Serinlik sarhoşluğu, zamanın kuytusunda kalmak
Yenişafak'ın kitap ekinde verilen cevaplara bakarsak, örneğin bu cevapların ancak modernizme getirilen eleştirilerin yarattığı "ayrım" ile verilebildiğini düşünebiliriz. Modern edebiyatın sorunu çoktur, ama bunların hiç biri ölümcül değildir ama üzerinde uzlaşılmış çeşitli temalar dışında da herşey "ciddiyet"siz kabuledilebilir, bir anda. Halbuki, yazarın girmediği bir oda hakkında, okura atıp tutması konusunda Andre Breton çok gevezlik etmiştir, ve baylar Andre Breton sapına kadar moderndir. Ve şu da vardır, Lyotard, Derrida vs gibi kişiler akademisyendirler öncelikle. Modern Üniversite'nin içinden gelmiş kişilerdir hem de. Postmodernizm, özünde, bir akademik başkaldırma bile sayılabilir. Ve buna rağmen bizde akademisyen, yazar, şair, eleştirmen, sanki sokaktan izledikleri bir "bul karayı al parayı" numarasından bahsediyorlarmış havasındadırlar. Örneğin şöyle demektedir Baki Ayhan T.: "Peki bu sanatsel etkinliklerin veya kuramların özünde ne vardır? İşte, herkesin bildiği "metinlerarasılık, yeni birşey ortaya koyamadan varolanın kutsanması, yeniliğe bakan değil de tam tersine eskiye yamanan bir estetik, derinliği önemsemeyip, yüzeydekine, yalnızca görününe odaklanma, çağrışım veya duygu/duyuşu değil de sadece somut/görsel olanı yüceltme, lise öğrencilerinin ödev hazırlaması gibi internetten ilginç şekilleri kes/yapıştırla sayfaya indirme vs. vs."
Karşımızdaki -gerçi ne zaman karşı karşıya geldik ben hatırlamıyorum- bakış bu. Bu sadece tek bir adamın görüşü değil aslında. Bu kadar üstünkörü yargılarla yaklaşabilmek için herhalde sıradan bir okur olmak kafi, çünkü sıradan bir okur da, aynen bunları görüyor o "işlerde". İkinci ilginç taraf, aslında burada bahsedilen herşeyi yapan kişiler olarak bizlerin adlarımızın hiç anılmaması. Anılmıyor çünkü genelde bunlar "ortaya söyleniyor." Çünkü birkaç satır sonra, şu laflar söylenecek: " Bu yaklaşımların Türk yazınına yansımasına olumsuz bakıyorum; çünkü gerçekten de postmodernist eğilimler yeteneksizliği, çapsızlığı örtmenin araçları olarak kullanılıyor."
Daha birçok tuhaf, çapraşık şey var, ama tek söyleyebileceğim, bizim kuşağımızın şairleri ve eleştirmenleri görsel şiir tarihini kendi elleri ile yazıyorlar.